1920′lerden günümüze devlet ve Risale-i Nur

Bediüzzaman’dan milletvekillerine: Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek

Sene 1923

Tarih 19 Ocak 1923. Meclisin ısrarlı dâvetleriyle İstanbul’dan Ankara’ya gelen ve resmî bir “hoşamedi” merasimiyle karşılanan Bediüzzaman Said Nursî, Meclis kürsüsüne de çıkar. Ayrıca milletvekillerine şu beyannameyi dağıtır:

Bu fakirin, bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.

1. Şu muzafferiyetteki harikulade nimet-i İlâhiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet böyle şükür görmezse, gider. Mademki Kur’ân’ı Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’ân’ın en sarih ve kat’î emri olan salât gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun feyzi, böyle harika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

2. Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira Müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.

3. Bu âlemde, evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz. Kur’ân’ın evamir-i kat’îsine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmaya çalışmak, âli himmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kumandan iken, orada bir neferden istimdad-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki, aklı başında insanları işba etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.”

4. Bu millet-i İslâmın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hattâ fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum şarkta umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: ‘Acaba namaz kılıyor mu?’ derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; etmezse, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.

Bir zaman Beytüşşebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: ‘Sebep nedir?’ Dediler ki: ‘Kaymakam namaz kılmıyordu, öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?’ Halbuki bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler.

5. Enbiyanın ekseri şarkta ve hukemanın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz hebaen-mensura gider veya sathî kalır.

6. Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıtsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, Yunan kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına bu ihmali a’male tebdil etmeniz gerektir. Görülüyor ki, İttihadçıların o kadar azîm sebatı ve fedakârlıklarıyla. hattâ İslâmın şu intibahına da sebep oldukları halde, bir kısmı dinde lâubalilik tavrını gösterdikleri için dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.

7. Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle, âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde, âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dahilî bütün firak-ı dâlle-i İslâmiye ve birer kemiye-i kalîle-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet, metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâubaliyâne, Avrupa medeniyet-i habîsesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akârane, sinesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvari bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir. Başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.

8. Zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’ân’ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce tahripkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm, zaten muhtaç değildir.

9. Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven cumhur-u mü’minîndir ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler ve intibaha gelmiş en cesîm ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’âniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa İslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, Frenk mukallidlerini avam-ı Müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâma münafi olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecektir.

10. Bir yolda dokuz ihtimal helâket, tek bir ihtimal necat varsa, hayatından vazgeçmiş mecnun bir cesur lâzım ki, o yola sülûk etsin. Şimdi yirmi dört saatten bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin imtisalinde yüzde doksan dokuz ihtimal necat var. Yalnız gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal zarar var. Yalnız gaflete, dalâlete istinad eden tek bir ihtimal, necat olabilir. Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus, bu mücahidîn kumandanlar ve büyük meclis taklit edilir. Kusurlarını, millet ya taklit veya tenkit edecek. İkisi de zarardır. Demek, onlardaki hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden ve hadsiz ihbaratı ve delâili dinlemeyen ve safsata-i nefs ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddî iş görülmez.

“Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu Meclisin saltanat-ı maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mânâ-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mânâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhte etmezse, hayat için dört şeye muhtaç; fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye, mânâ-yı hilâfeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lâfza verecek ve o mânâyı idame etmek için, kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” âyetine zıttır.

“Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye [dinin hükümlerini uygulamaya] daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî ancak ona istinad ile vezaifini deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur, cemaatin gayrimahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder.”

KÂZIM GÜLEÇYÜZ

Tarihî bir dönemeçte yazılan bu beyanname, 1920’lerden bugünlere ve yarınlara uzanan zaman şeridinde derin tahlillere muhtaç. O günlerde, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundaki “İslâm cumhuriyeti” vasfını koruyor. Meclis de bir “İslâm meclisi.” Ama Bediüzzaman, bu Meclisteki birtakım farklı yönelişleri hissederek bazı noktalara dikkat çekiyor.

Çoğu peygamberlerin şarkta, filozofların da garpta gelmesini “kader-i ezelînin bir remzi” olarak yorumlayıp, “şarkı ayağa kaldıracak, din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir” diyor ve şu ikazı yapıyor:

“Madem Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz hebaen-mensura gider veya sathî kalır.”

Keza, Avrupa medeniyetinin yırtılmaya yüz tuttuğu ve Kur’ân medeniyetinin doğmak üzere olduğu bir zamanda, dine lâkayd bir tavırla “müsbet bir iş görülemeyeceğine” dikkat çekiyor.

İslâm dünyasında “inkılâpvâri” bir iş yapabilmek için, İslâmın prensiplerine uymak gerektiğini söyleyerek. “Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek” diyor.

Bu beyanname Meclisteki muhatapları üzerinde büyük tesir meydana getirmiş olmalıdır ki, altmış milletvekili yeniden namaza başlar.

Ama rahatsız olan biri vardır: M. Kemal Paşa. Reaksiyonunu şöyle ortaya koyar Paşa:

“Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz.”

Namaz, konuşmanın unsurlarından ve ihtiva ettiği mesajlardan yalnızca biridir, ama tartışma nedense bu noktada odaklaştırılır.

Bu mecrada Bediüzzaman’ın Paşaya verdiği cevap ise şöyledir:

“Paşa! Paşa! İslâmiyette imandan sonra en yüksek hakikat namazdır.”

Tartışma Paşanın Bediüzzaman’dan özür dilemesiyle sona erer. Daha sonra Bediüzzaman ve Paşa bir defa daha bir araya gelirler. Meclisin riyaset odasında iki saat kadar konuşurlar.

Bediüzzaman, milletvekillerine hitaben kaleme aldığı beyannamedeki ikazlarını tekrarlar, İslâm düşmanlarına hoş görünmek için şeairi tahrip etmenin, millete, vatana ve İslâm dünyasına büyük zararlar vereceğini; eğer bir inkılâp yapmak gerekiyorsa, doğrudan Kur’ân’ın prensiplerine dayanmak lâzım geldiğini anlatır. (Bu görüşmede Bediüzzaman’ın verdiği bir temsili Mektubat isimli eserinden okumak mümkündür.)

Görüşme sonrasında, Bediüzzaman Türkiye’nin yakın geleceğine hâkim olacak düşüncenin sahiplerindeki niyetler hakkındaki teşhislerini kesinleştirir ve Ankara’dan ayrılarak Van’a gidip “manevî cihad” hareketinin hazırlıklarına başlama kararını verir.

Bu arada M. Kemal kendisine milletvekilliği, Diyanet âzalığı ve şark umum vaizliği gibi görevler teklif eder. Bir köşk tahsisi de bu teklifler arasındadır. Maksadı, Bediüzzaman’dan kendi emelleri yolunda istifade sağlamaktır. Ama Bediüzzaman hepsini reddeder ve Ankara’dan ayrılıp Van’da inzivaya çekilir.

Ve her şey ondan sonra başlar.

“Dahilde kılıç çekilmez” diyen Said Nursî, Barla’da manevî cihadını başlattı

Devlete hâkim olanlar “eskiyi unutup yep yeni bir yolu tutmaya” yönelirken, “eski”ye ait ne varsa tahrip edilir. En büyük hedef, dini tamamen ve zorla silmek, yok etmektir. Eğitim başta olmak üzere bütün devlet düzeni buna göre ayarlanır. Birbiri peşi sıra inkılâplar yapılır. Dinî hayatın dayanağı olan müesseseler birer birer yıkılır. O müesseselere hayat veren kişiler sindirilir, susturulur ki bunlar, daha düne kadar vatanın düşmandan kurtarılması için birlikte, omuz omuza mücadele verilen insanlardır.

Bediüzzaman da “eski’nin en güçlü ve parlak isimlerinden biri olarak, yeni rejimin belli başlı hedefleri arasındadır.

İlk önce, 1925’teki Şeyh Said isyanı bahane edilerek başlatılan sürgün kampanyası sırasında, Van’dan alınarak Burdur’a getirilir.

İsyanla hiçbir alâkası yoktur, hattâ karşı çıkmıştır Said Nursî, ama maksat onu çevresinden koparmak, sürekli gözetim ve takip altında tutarak pasif hale getirmektir.

Halbuki “Dahilde kılıç çekilmez” diyen Bediüzzaman, ikamete mecbur tutulduğu yerlerde çok daha güçlü bir mücadeleyi başlatacaktır. Devletle karşı karşıya gelmeden, kanunları ihlâl etmeden, sadece iman ve fikir temelleri üzerinde yürütülen bir “manevî cihad”dır bu.

BARLA HAYATI

Said Nursî Burdur’da kısa bir süre kaldıktan sonra, ıssız bir nahiye olan Barla’da ikamete mecbur tutulur. Bu arada manevî cihad hızlanarak devam etmektedir. Risaleler birbiri peşi sıra sür’atle yazılır, çoğaltılır ve dağıtılır.

Bediüzzaman sürekli takip ve gözetim altında durmaksızın, yazar, yazar, yazar…

Ve eserler o zamanın şartlarında çok kısa bir süre içinde ortaya çıkan, sür’atle de genişleyen “Nur Talebeleri” tarafından el yazısıyla çoğaltılır. Bu yolla tam altı yüz bin risale yazılır.

Bütün risaleler “iman kurtarma” hedefi çerçevesinde yazılmaktadır. Her bir risale, akıllardan ve kalblerden imanı silmeyi hedef alan icraata cevaptır. Meselâ Allah inancını kaldırıp yerine tabiat fikrini koyma gayretleri, Tabiat Risalesi’ni getirir. Haşir inancının “çürütülmesi” için felsefe derslerine ağırlık verilmesi kararlaştırılırken, Bediüzzaman Barla’da Haşir Risalesini kaleme alır, bastırır ve dağıttırır…

Böylece yıllar geçer. Risale-i Nur Külliyatının temel eserleri aşağı yukarı tamamlanır. Çığ gibi büyüyen bir Nur hareketi kendisini gösterir.

Ve başından beri hiç gevşetmediği takip ve tarassudunun bu inkişafa engel olamadığını gören hükümet, 1935’te Bediüzzaman’ı ve Nur Talebelerini hedef alan bir toplu tevkif harekâtı başlatır. İddialar “gizli cemiyet kurma, tarikatçılık, rejim aleyhtarlığı, rejimin temel nizamlarını yıkmaya çalışmak” gibi, uzantıları bugünlere kadar gelen beylik suçlamalar etrafında dönüp dolaşmaktadır.

ESKİŞEHİR HAPSİ

Bu harekât sırasında Bediüzzaman ve Isparta civarından toplanan yüz yirmi talebesi, elleri kelepçeli olarak, kamyonlarla Eskişehir’e sevk edilir. Harekât bizzat İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından yönetilmektedir. Beraberinde jandarma genel komutanı ve tam teçhizatlı bir askerî kıt’a vardır. Ayrıca, Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştirilmiştir. Tek parti devrinin kitabı silâhla “yok etme” düşüncesinin tipik bir örneğidir bu harekât.

Diğer taraftan, masum ve kitaptan başka bir “silâh”ları bulunmayan insanları, isyancı terörist muamelesine tâbi tutup, ordu eliyle hapse tıkan hükümetin başbakanı İsmet İnönü, aynı tarihlerde bir şark seyahatine çıkmıştır. Bediüzzaman’ı hedef alan harekâtın şarkta bir isyana yol açmasından korkmaktadır hükümet.

İthamların bahaneden ibaret olduğunu söyleyen Said Nursî, kendilerine yapılan bu haksızlığın asıl sebebini, Eskişehir Mahkemesinde okuduğu müdafaasında şöyle anlatır:

“Kâinatta dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu meselemizin künhüne vâkıf olan herkes, bize olan bu hücumun doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar.” (Tarihçe-i Hayat, 2011, s. 377.)

Ve bu muameleyi yapan hükümeti muhatap almaz Bediüzzaman. Meclisteki beyannamesinde dile getirdiği sosyolojik vakıayı bir defa daha hatırlatır. Çoğu filozofların garpta ve Avrupa’da, peygamberlerin de şarkta ve Asya’da geldiğini söyleyerek, “Kader-i ezelînin bir işaret ve remzidir ki” der, “Asya’da hâkim, galip, din cereyanıdır.”  Sonra şöyle devam eder:

“Elbette, Asya’nın ileri kumandanı olan bu hükümet-i cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hasiyetinden ve madeninden istifade edecek. Ve bîtarafane prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir.”

Onun düşünce ve tasavvurundaki genişlik ve derinlik içinde, bir gün mutlaka son bulacak olan tek parti devrinin ve onun zalim hükümetlerinin yeri bile yoktur. Bu yüzden, Bediüzzaman yine Eskişehir müdafaalarında sık sık “hükümet-i İslâmiye” tabirini kullanır. Elbette ki, bu sıfatın sahibi, o günlerde yegâne işi Bediüzzaman’la, eserleriyle ve talebeleriyle uğraşmak olan paşalar yönetimi değildir; bu milletin kendi iradesiyle seçip iş başına getireceği hükümetlerdir.

Ama yine de Said Nursî, kendisine ve talebelerine bu eşi görülmemiş haksızlıkları yapan hükümet erkânına hakkın, hukukun ne olduğunu öğretmeye çalışır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya mektup yazar meselâ. Bu mektubunda, Şükrü Kaya’nın şahsını, “Dahiliye Vekili olan Şükrü Kaya Beye” şikâyet ederek, şahısların icraatlarıyla, o kişilerin o an için ellerinde bulundurdukları makamların gereklerini hassasiyetle ayırır. Bilhassa o dönemin hukuk dışı anlayış ve uygulamaları göz önünde bulundurulduğunda, gerçekten değerli bir devlet felsefesinin tezahürüdür bu ikazlar.

Ve Bediüzzaman Eskişehir Mahkemesinde, Tesettür Risalesi isimli eserinde geçen tek bir cümle sebebiyle, on bir ay hapse mahkûm edilir. Yeri göğü oynatırcasına yapılan tevkifata gerekçe gösterilen ithamların tek biri dahi mahkeme kararında geçmemektedir. Verilen cezanın dayanağı ise “kanaat-i vicdaniyedir.” Said Nursî bu karara da itiraz eder. Bu cezanın ancak kız kaçıranlara veya beygir hırsızlarına verilebileceğini; eğer başlangıçtan beri kendilerine yapılan suçlamalar sabit ise ya idam edilmeleri veya yüz bir sene hapse mahkûm edilmeleri gerektiğini söyler. Karar adalet tarihinde bir yüz karasıdır.

KASTAMONU HAYATI

Eskişehir hapsi sonrasında, Bediüzzaman Kastamonu’da ikamete mecbur tutulur. Yine sürekli takip ve tarassut altında sekiz yılını bu vilâyette geçirir. Daha önce Barla’daki ikameti sırasında Isparta ve civarını aydınlatan hizmeti, bu defa Karadeniz bölgesine yayılır. Bediüzzaman burada da eser telifine ve neşrine durmaksızın devam eder. Bu arada, Isparta’daki talebeleriyle sürekli ve dinamik bir irtibat içinde bulunur. Bu dönemde yazdığı mektuplarda, Risale-i Nur hizmetinin seyir ve inkişafı ile hizmet metodu hususunda aydınlatıcı prensipler mevcuttur.

Sekiz senelik “sükûnet” devresinden sonra, 1943’te yeni bir “operasyon”a ihtiyaç görür hükümet. Malûm iddiaların tekrarıyla Bediüzzaman ve 138 talebesi Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilir. Ama mahkeme ittifakla beraat kararı verir. İdarî makamların ikinci büyük harekâtı, böylece adalet karşısında neticesiz kalmıştır.

DENİZLİ HAPSİ VE EMİRDAĞ HAYATI

Denizli hapsini, Bediüzzaman’ın Emirdağ hayatı takip eder. Tabiî, yine sıkı takip altında. Ama hizmet durmaz. Eserler yayılmaya devam eder. Bediüzzaman’ı Eskişehir hapsinde olmadık tazyiklere maruz bırakan Şükrü Kaya bu inkişafa bir türlü akıl erdiremediğini, yıllar sonra Cemal Kutay’la yaptığı bir sohbette şöyle anlatmıştır:

“Hayret ettiğim nokta, Anadolu’nun ücra kasabalarında bu kadar sıkı kontrol altında tutulan bir insanın, mutlak serbestlik ve cazibelerle özlenir hale getirilen sahalarda elde edilemeyen alâkaya sahip olabilmesidir. İyi hatırlıyorum; bir gün Necib Ali (Ankara İstiklâl Mahkemesi Savcısı, CHP Genel Yönetim Kurulu üyesi ve partinin halkevleri ve basın sorumlusu), bu kadar uğraşıp didinmeye rağmen halkevlerine Bediüzzaman’ın arkasından giden gençler kadar kalabalık toplayamadıklarından dertlenmişti.”

Kim bilir, CHP yönetiminin Said Nursî’ye olan kızgınlığının ana sebeplerinden biri belki de budur. Bütün devlet imkânlarını kullanarak, en “cazip” vasıtalara başvurarak gençliği dininden uzaklaştırma gayretlerinin neticesiz kalmasına karşılık, tek başına bir manevî cihad başlatan Bediüzzaman’ın hizmeti her geçen gün inkişaf etmektedir.

Ve bir mahkeme safhası daha açılır Said Nursî’nin hayatında: 1947’nin son ayında Afyon’a getirilir ve tevkif edilir. Yine “gizli cemiyet kurma, halkı hükümet aleyhine çevirme, rejimi yıkmaya çalışma” gibi ithamlarla, hakkında dâvâ açılır. Sonunun iyice yaklaştığını gören CHP yönetimi, bu telâş içinde, elinden geleni ardına koymama gayretine düşmüştür. Bu partinin içişleri bakanlarından Hilmi Uran’ın bir hatırası, İsmet İnönü’nün Bediüzzaman’la ne kadar yakından ilgilendiğini göstermesi bakımından çok enteresandır. Tek parti devrinin son demlerini yaşadığı sıralarda Köşk’te cereyan eden bir sohbette İnönü, çok partili hayatın karşılaşacağı meselelerden bahsederken, Terakkiperver Cumhuriyet ve Serbest Fırkalarının akıbetlerini “dinin siyasete âlet edilmesi”ne bağlayarak birden Hilmi Uran’a dönüp sorar:

“Said-i Kürdî şimdi nerede, ne yapıyor?”

Hilmi Uran, mahkemelerin devamlı beraat kararı verdiklerini söyleyince güler İnönü ve şöyle der:

“Zeki adamdır. Divan-ı harplerden ve İstiklâl Mahkemelerinden yakasını kurtarmayı bildi.”

Ve Afyon Mahkemesi de başlangıçta mahkûmiyet kararı verir, ama Temyiz bu kararı bozar. Ne var ki, mahkeme işi sürüncemeye bırakır. Neticede, ilk karardaki mahkûmiyet süresini hapiste tamamlayarak, mahkeme kararına dayanmayan bir “ceza”ya muhatap kılınırlar. Daha sonra mahkeme, Risale-i Nur hakkındaki müsadere kararında ısrar eder, ama Temyiz bu kararı yine bozar. Üçüncü kararı ise beraattır. Ama ancak 1956’da kesinleşecek bir karardır bu.

1950 SONRASI:

1950 seçimleri bu karanlık devri geride bırakırken, ülkeye yepyeni ümitler getirmiştir. Bediüzzaman’ın hizmetinde de taptaze bir devir atmıştır. Gerçi eski devrin izlerini bir anda silmek mümkün değildir ve nitekim Bediüzzaman 1950 sonrasında da mahkemelerle uğraşmak zorunda bırakılır. Meselâ “Gençlik Rehberi” isimli eseri dolayısıyla 1952’de İstanbul Mahkemesinde yargılanır. Keza Samsun’da çıkan Büyük Cihad gazetesinde yayınlanan bir yazısı için mahkemeye verilir. Ama her ikisinde de beraat eder. Nihayet yıllardır sürüncemede bekletilen Afyon Mahkemesi beraat kararının 1956’da Temyiz tasdikiyle kesinleşmesinden sonra, Risale-i Nur matbaalarda serbestçe neşredilmeye başlanır.

Bediüzzaman, ülkeye yıllardır hasretini çektiği hürriyet havası getirip nefes aldıran, semalarda yeniden ezan-ı Muhammedî’nin aslî şekliyle yankılanmasını sağlayan, okullara din derslerini getiren demokratlara son derece sıcak bakmaktadır. “İslâm kahramanı” olarak vasıflandırdığı Adnan Menderes’e özel selâmlar ve mektuplar göndermekte, muvaffakiyeti için duâ ettiğini bildirmektedir. Talebelerinden ve DP milletvekili Tahsin Tola’nın bir hatırasını dinleyelim:

“Afyon Mahkemesinin beraatle neticelenmesi ve Temyizin beraat kararını tasdiki üzerine, Üstad beni Adnan Menderes’e gönderdi. Selâmlarını ve Risale-i Nur’un neşrini söylememizi istedi. Isparta milletvekili İrfan Aksu ile birlikte rahmetli Adnan Menderes’e gittik. Üstadın selâmını tebliğ ettik. Adnan Bey bu selâmı hürmetle aldı. Daha sonra Risale-i Nur’un neşir meselesini söyledim. ‘Nur’ların neşredilmesi hariçte, İslâm âleminin bu vatan ahalisine kardeşlik ve alâkasını celb edecek. Dâhilde ise umumî bir hoşnutluk meydana getirecek’ deyince, merhum Menderes hiç itiraz etmedi. ‘Tamam’ dedi, ‘Sizi vazifelendiriyorum. Hemen faaliyete geçin, Diyanet Riyasetine gidin. Eyüp Sabri Efendi (Hayırlıoğlu) ile görüşün. Risale-i Nur’u neşretsin.’ ”

Ama Diyanet nezdindeki bu teşebbüs, engellemeler dolayısıyla neticeye ulaşamaz ve Diyanet kanalıyla eserleri neşretme girişimi akim kalır. Buna karşılık Risale-i Nur yine Tahsin Tola’nın takibi ve Bediüzzaman’ın muvafakatı ile, bizzat Nur Talebelerince bastırılır.

Bediüzzaman’ın, vefatına birkaç ay kala, 1959 Aralık’ının son günlerinde çıktığı yurt gezisi, öteden beri onun hizmet ve çalışmalarını öfke ve kıskançlıkla takip eden İnönü’nün muhalefet damarlarını iyice kabartmıştır. Sonrasını DP eski milletvekili Gıyaseddin Emre’den dinleyelim:

“Üstad Ankara’ya geldiğinde (31 Aralık 1959) Beyrut Palas Otelinde 22 numaralı odada kalıyordu. İsmet Paşa, Said Nursî’nin Ankara’ya geldiğini duymuştu. Mecliste bir konuşma yaptı: ‘Siz şeriatı hortlatıyorsunuz, irticayı hortlatıyorsunuz, Bediüzzaman’ı gezdiriyorsunuz’ diye. Sonra Adnan Menderes bu iddialara şöyle cevap vermişti: ‘Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor? Öleceğini bilmiyor mu? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pîr-i fâniden ne istiyor? Niçin eziyetinden, meşakkatinden hoşlanıyor? Anlayamıyorum.’ “

Gıyasettin Emre daha sonra, Üstadı ziyarete hazırlandığını ve tam o sırada Menderes’in kendisini çağırdığını, yanına gittiğinde şunları söylediğini anlatıyor: “Tazimatlarımı kendilerine arz et. Biliyorsunuz bu adamların çıkardığı hadiseleri. Bu hengâmeler bitsin, ben bizzat seyahatlerine devam etmesi için kendilerine haber gönderirim.”

Ama ne yazık ki, Menderes bu haberi gönderemedi. Bediüzzaman 23 Mart l960’ta Hakkın rahmetine kavuştu. Menderes de 27 Mayıs 1960’ta, Halk Partisinin ırkçılarla birleşerek tezgâhladığı bir ihtilâlin kurbanı oldu. Ve Halk Partisi birikmiş intikamlarını Yassıada’da aldı. Meselâ Yassıada dosyaları arasında bulunan bir mektupta Bediüzzaman’ın “Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyet’e ciddî taraftar Dahiliye Vekili Nâmık Gedik’i görmek ve İslâmiyet’in kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikati söylemektir” dediği ve bu mektubun Yassıada maznunları, bilhassa da “Demokrat iktidarının gericiliği tutan ve teşvik edenleri arasında bulunmakla” itham edilen Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri aleyhinde delil olarak kullanıldığı biliniyor. Yassıada başsavcısı ise Bediüzzaman’ı, vefatından o kadar zaman geçtikten sonra, “irticaî hareketleri ile bütün memlekette derin yaralar açmış” olmakla itham etti.

Risale-i Nur bütün yasak ve engelleri aşarak dünyayı küresel bir dershaneye dönüştürdü

27 MAYIS 1960 İHTİLÂLİ VE NURCULAR

27 Mayıs ihtilâlinin Nurculuk karşısındaki öfkesi bunlarla da dinmedi. 1952’deki Gençlik Rehberi Mahkemesinde Bediüzzaman’a beraat veren mahkeme başkanı Nef’i Demiroğlu, aradan sekiz yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra Yassıada’ya çıkarıldı ve hesaba çekildi. İhtilâlciler hâkim Demiroğlu’nu sanık sandalyesine oturtarak sordular: “Siz nasıl Said Nursî’yi beraat ettirebilirsiniz?” Demiroğlu’nun cevabı şu oldu: “Evet, ben beraat ettirdim. Çünkü hadisenin tahkikatını yaptım. Şahitlerin ifadelerini aldım. Ve vicdanî bir kanaatle hükmümü verdim.’’

Bu, zulmü ve keyfîliği şiar edinmiş tek parti kafasının, hukuk ve adalet önünde nasıl da çaresiz kaldığını gösteren hadiselerden sadece biridir. Nitekim millet iradesini ayaklar altına alarak gerçekleştirilen 27 Mayıs İhtilâlinin böylesi tasarrufları da tarihe kara birer leke olarak geçerken, utanç verici Yassıada sorgulamalarının üzerinden iki yıl bile geçmeden, devrin Adalet Bakanı Abdülhak Kemal Yörük bir soru önergesi üzerine Meclis Kürsüsünden şunları söylemektedir:
“Muhterem arkadaşlarım, Risale-i Nur Külliyatı adı altında neşredilen eserlerin intişarı 1952 senesinde başlamış ve devam etmekte bulunmuştur. Bu, Said Nursî’nin kitaplarına verilen bir isimdir. Bu eserlerin basılması ve okunması umum olarak kanunen yasak edilmiş değildir. Kütüphanelerimizde de bu mevzuya dair kitaplar mevcuttur.”

Başbakanlığı döneminde bu meseleyi es geçen İnönü, 1965’ten sonra düştüğü muhalefet cephesinde Nurculuğu yine stratejisinin ana unsurlarından biri haline getirir. Bu defa hedef Demokrat misyonun yeni temsilcisi olan AP ve lideri Demirel’dir. 1966 ara seçimleri öncesinde İnönü ile Demirel arasında cereyan eden tartışmaların en hararetli konusu Nurculuk olmuş; Demirel’i “Said Nursî’nin halifesi mi olacak?” diye köşeye sıkıştırmaya çalışan İnönü, seçimde yine ağır bir yenilgiye uğramıştır.

Ve millet iradesine bir türlü tahammül edemeyen güçlerin hazımsızlığı devam etmektedir. 12 Mart müdahalesinin “kahraman”larından zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un 1971 Ocak’ında yapılan bir Millî Güvenlik Kurulu toplantısına sunduğu rapor çok enteresandır. Bu raporunda Batur bilhassa, “din, din tutuculuğu, teokratik devlet kurma özlemleri ve buna zemin hazırlayıcı faaliyetler—sayıları belli olmayan Kur’ân Kursları, Nurculuk, v.s. akımlar—bugünkü medenî yaşantı ve ekonomik koşullar dolayısıyla Türkiye’yi geriye götürmekten ve batırmaktan başka bir işe yaramaz” demektedir. Bu sözlerden anlaşıldığı kadarıyla 12 Mart’ın belli başlı hedefleri arasında Nurculuk da vardır.

12 Mart’ın nasıl bir neticeye ulaştığı malûm. Risale-i Nur hareketinin kaydettiği gelişmeler de.

12 EYLÜL VE 28 ŞUBAT SONRASI

İnönü’süz bir Türkiye’de Halk Partisi ruhunu, toplumdaki gelişmeleri göz önünde bulundurarak farklı bir kılıkta ihya etmeyi hedef alan 12 Eylül harekâtı ve peşinden gelen 28 Şubat süreci sonrasında nasıl bir manzara ile karşı karşıyayız?

Küçük bir özet değerlendirme yapacak olursak: Vaktiyle Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında tamamıyla asılsız iddialara ve iftiralara dayanan iğrenç yayınlar yapan gazeteler, 12 Eylül sonrasında Risale-i Nur’u “çağın tefsiri” olarak vasıflandıran ilânlar yayınladılar sayfalarında. Bu ilânlar üzerine Genelkurmay Başkanlığı 21.3.1984’te Adalet Bakanlığına başvurarak, bu ilânların suç unsuru taşıyıp taşımadığını sordu. 26.3.1984’te Adalet Bakanlığı bu talebi İstanbul Basın Savcılığına iletti. Savcılık da 20.11.1984’te, eserler hakkında takipsizlik kararı verdi. Daha sonra, 9.3.1985’te, 12 Eylül hükümetinin Adalet Bakanı Rıfat Beyazıt’ın, 19 Ocak tarihli Milliyet’te çıkan “Kararı siz verin” başlıklı Risale-i Nur ilânı üzerine hükümete sunduğu soru önergesine cevap veren Adalet Bakanı Necat Eldem şöyle dedi: “Risale-i Nur’da suç unsuru yoktur.”

Eski Kara Kuvvetleri Komutanı, emekli orgeneral Necdet Öztorun’un itirafı da bu gelişmeyi hikâye ediyordu:

“Ben mahkeme kararı olmadan kitap toplatılmasına ve yasağına karşıyım. Komutanlığım döneminde yasaklayabilseydim, Said-i Nursî’nin düpedüz laiklik aleyhtarı olan kitaplarını yasaklatırdım. Ama onları bile soruşturdum, mahkemelerde aklanmış. Yapacağım bir şey kalmadı…”

Bediüzzaman’ın hayatı boyunca hasretini çektiği bir gelişmenin yeni bir aşamasını ifade ediyordu bu sözler. Ama onun idealindeki hedef çok daha ilerilere uzanıyordu. Devletin Risale-i Nur’a, bu topraklardan çıkan bir iman ve tefekkür hazinesi olarak sahip çıkmasını istiyordu Bediüzzaman.

Bu hedefe doğru atılan ilk adım 1991 sonunda kurulan DYP-SHP koalisyonunda, SHP′nin elindeki Kültür Bakanlığının Risale-i Nur Külliyatını devlet kütüphanelerine koyması ve “Said Nursî sizi Hakkâri Devlet Kütüphanesine bekliyor” yazılı afişlerde halka duyurması ile atıldı. Böylece, Risalelere yıllarca “yasak kitap” muamelesi yapan anlayış terk edilmiş oldu. Üstelik başından beri bu yasakçı zihniyetin sahiplik ve sözcülüğünü üstlenegelmiş bir siyasî çizginin imzasıyla…

Devlet cenahında böyle bir değişim yaşanırken, sivil alanda Risale neşriyatı da çeşitlilik arz eden bir yapı içinde hızlı bir gelişme kaydetti. Külliyat, Bediüzzaman hayatta iken Lâtin harfleriyle ilk kez basıldığı 1956′dan sonraki dönemde uzun yıllar gizlice basılmaya devam ederken, 1975′te önce Yeni Asya Yayınları damgasıyla bazı Risaleler basıldı, sonra Külliyatın neşri aynı yıl kurulup faaliyete geçen Sözler Yayınevi tarafından gerçekleştirildi. Zaman içinde devreye giren başka birçok yayınevi de Risale basan kuruluşların listesine dahil oldu. Bu süreçte Risalelerin pek çok dünya diline çevrilmesi aşamasına da geçildi.

Derken, Diyanet′in 2014’te İşaratü′l-İ′caz′ı basmasıyla, çok önemli ve tarihî bir gelişme daha yaşandı. Bu eseri Mesnevî-i Nuriye′nin takip edeceği ve ardından diğer Risalelerin de basılacağı, bizzat Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez tarafından açıklandı (Yeni Asya, 10.5.2014).

İşte, Risale-i Nur′un çok kısa tarihi, devlete bakan boyutunda ana hatlarıyla böyle.

Nereden nereye?

Üstadın önde gelen talebelerinden Bayram Yüksel’in, saff-ı evvel Barla kadrosunda önemli bir yeri olan Sıddık Süleyman’dan aktardığı çok ibretli ve düşündürücü bir anekdot var:

“Bir gün içimden dedim: ‘Biz yazıyoruz, biz okuyoruz. Üstad bu kadar zahmeti niye çekiyor?’ diye düşündüm. Böyle mülâhaza ediyordum. Üstad birden, ‘Kardaşım, göreceksin, ben bunları bütün dünyaya okutturacağım’ dedi.”

Bayram Yüksel diğer eski saff-ı evvel talebelerden de buna benzer çok şeyler işittiğini anlatıyor. Ki, nurun ilk talebe ve kâtiplerinden Şamlı Hafız Tevfik ve Hafız Halit’ten de bu manada nakiller yapılıyor.

Ve yeryüzünün “küresel bir Nur dershanesi”ne dönüştüğünü gösteren örnekler her geçen gün artarken, Risale-i Nur’un ilk telif edildiği yer olma imtiyazıyla nazarların çevrildiği Türkiye’nin de, bu eserlerin yazıldığı dil olarak Türkçenin de yıldızı giderek parlıyor.

Dikkatli tetkikler, başına musallat olan ceberut zihniyete rağmen medenî ve çağdaş değerlere İslâm namına sahiplenerek ve dinden hiçbir taviz vermeden “çağdaş” olunabileceğini ispatlama yolunda en güzel örneği teşkil etme yolunda ciddî mesafeler kat etmiş olan Türkiye modelinin bu niteliği kazanmasında Risale-i Nur’un rol ve katkısını mercek altına alıyorlar.

Bu eserlerin, Kur’ân’ın çağımız insanına mesajı ve dersi olarak iki cihan saadetinin formülünü sunduğu gerçeğini heyecanla keşfedenlerden, sırf Risale-i Nur’u aslından okuyabilmek için Türkçe öğrenmeye başlayanlar dahi var.

Dolayısıyla, başka ülkelerde olup da Risale-i Nur’la tanışma bahtiyarlığına erişenler, Türkiye’deki Nur Talebelerine gıpta ile bakıyorlar. “Ne mutlu size ki, bu eserlerin yazıldığı ülkede yaşıyorsunuz, bu eşsiz Kur’ân tefsirinin birinci derecedeki ilk muhataplarısınız ve eserleri orijinalinden okuma imkânına sahipsiniz” diyorlar.

Bu durumda bize düşen, bu özel mazhariyetin kadrini bilip, hakkını vermek için çok daha fazla gayret göstermek olmalı. Ve hizmetlerimizi, dar ve yerel ufukların ötesine uzanan bir bakışla, Üstadın Barla’da ifade ettiği küresel perspektife oturtarak devam ettirmeliyiz.

Bunu yaparken, hizmetin orijinal prensip ve esaslarına sadakatle ve tavizsiz bağlılığın korunması; hariçten gelebilecek farklı telkin ve manipülasyon çabalarına karşı her zaman dikkatli ve müteyakkız olunması; hizmetin asliyetinin her hal ve şartta muhafazası çok büyük öneme sahip.
Üstad, “Risale-i Nur kendi kendine intişar eder” diyor. Bize düşen, perde değil, ayna olmak.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*