20 yılın hikâyesi

Bu yalnızca benim hikâyem değil. Gurbete düşmüş yaklaşık beş milyon Anadolu insanının hayatlarının ortak bir kesiti… Bu gün “garba yönelmiş gurbetimin” 20. yılının ilk günü olması hasebiyle bu ortak hikâyemizin bazı uçlarını göstermek istiyorum.

Bundan tam 20 yıl önce Ankara’dan Frankfurt’a uçmuştum. Bir yönüyle gerçi dokuz yaşımdan beri gurbetteydim. Anneden-babadan uzak. Fakat bugün “garbın gurbetine düşüşümün” yıldönümü. Soğuk bir kış günü karlar arasında başladığım maceranın bu kadar uzun süreceğini nereden bilebilirdim ki… Çeşitli sebeplerle -ekserisi maişet derdi ile- bu musibete düşmüşler gibi gurbetin uzayıp gideceğini bilmiyordum. Bilâkis çok kısa, meselâ en çok bir-iki sene süreceğini düşünüyordum. Anadolu’dan Batı Avrupa ülkelerine göç etmiş işçilerimiz gibi… Saarland eyaletinin Hamburg-Saar şehrinde, kendilerini dinî yönden aydınlatmak üzere içlerine gönderildiğim işçilerimizle sohbet ederken o zamanlar, hayrette kalmıştım. Altı ay, bir sene veya en çok iki yıllığına buraya gelenlerin 10’cu, 15’ci ve hatta bazılarının 20’ci yıllarıydı. Bu kadar uzunca “sıladan” ayrı kalmalarını anlayamamıştım. Onlar da geçen zamanın süratini anlayamamışlardı. Bir çoğu hâlâ bekâr yurtlarında kalan bu garipler, seneleri ifade ederken, kapsadığı zaman genişliğini adeta bilmiyorlardı. Bir elleri “bavulun” üzerinde, mesai dışında, ya geçen izinlerinin hatıralarını veya önlerindeki sıla hasretinin planlarını konuşmakla geçiren bu insanların hallerine acırken, bir gün kendi halime de acıyacağımı hiç düşünmemiştim.

Türkiye’de, “resmî ilim adamı” olabilmek için mutlaka üç Batı dilinden birisini bilmek gerekiyordu. Üniversiteye intisap niyetimi bilen Diyanet’teki bir tanıdığım “yurt dışı” görevini tavsiye etmişti. İngilizce konuşan bir ülkeye gitme niyetim olduğu halde, imkânlar Almanya’ya yönlendirmişti. Altı ay veya bir senede vazife esnasında dili halledip dönecektim. 12 Eylülcülerin tarumar ettiği Türkiye’nin en çok tahrip gören müessesesi üniversite olmuştu. Fakat biz bir-iki senede durumun düzeleceğini umuyorduk. Tahassür vuslatı arattığında üniversitedeki hocama “dönüş” niyetimi bildirdim. Cevabî mektubunda, YÖK’ün üniversiteyi ortaokula çevirdiğini, hem ilmin, hem de ilim adamının haysiyetinin param parça olduğunu, mümkünse burada kalmamı tavsiye ediyordu.

Bu defa Almanya’da ilmî kariyer için harekete geçtim. Saarland Üniversitesi, Münster Üniversitesi derken ön hazırlıkları bitirmiştim. Bir taraftan Türk işçilerinin temelden inşa ettikleri caminin organizesi ile meşgul olurken diğer taraftan da Prof. Grotzfeldi’in İslâmî İlimler Kürsüsündeki derslerini takip ediyordum. İbni Hişam’dan Resulullah’ın (asm) hayatını anlattığında, bize göre yanlış bir yoruma sapmıştı. İtirazımıza, burasının İslâmî bir ilâhiyat fakültesi olmadığı uyarısıyla cevap vermişti. Doğrusu “yanlışları” ilmî kariyer uğruna “yutkunarak” kabul ile devam edecektim. Mümkün müydü? “Belki de Grotzfeld böyle düşünüyordu. Öyle ise başka üniversiteler… Önce Köln, sonra Bonn.. Niyetim her hal ü kârda ihtisastı. Biz ihtisası bitirene kadar Türkiye’deki kargaşa sona erecekti. Biz de vatanımıza dönüp ilim yolunda çalışacaktık. Heyhat… Tam yirmi sene geçti. Hamburg-Saar’ın karlı sokaklarındaki maceraya sürüklendiğimin yirminci senesi… Bu yalnızca benim maceram değil. Kış ile yazı, gece ile gündüzü kaybetmiş, İsveç’teki kardeşimin, gemiye bindikten sonra liman liman dolaşıp tam bir ayda Melbourn’a ulaşan dâvâ arkadaşımın ve Toronto’da istikbalini arayan ikinci neslin de macerası.. Hepsi hemencecik dönmek üzere ayrılmışlardı Türkiye’den…

Aylar yıllara, yıllar on yıllara dönüştü. Traktör parası, başlık parası, tarla, atölyeye âlet ve makine paraları çıktığı halde, “dönüş” gerçekleşmemişti. Bilmecburiye gurbeti yarı vatan edinenler, ömürlerinin sonbaharına doğru ailenin sıladaki son fertlerini de yanlarına taşıdılar. Sılaya yaklaşmak için sarf edilen gayretler, garibleri sıladan uzaklaştırınca, aynalara akseden saçlar, onlara gurbette yapayalnız öleceği ürküntüsü vermişti… Gurbetteki cenaze nakil firmaları ve dinî cemaatlerin bünyesinde kurulan cenaze yardım fonu da bu ürküntülerin birer yansımasıydı.

Batı Avrupa ülkeleri de yaşadığımız yanılgıya düşmüşlerdi… Geçici bir süre için çağırdıkları bu misafir işçilerin “misafirlik” kaidelerine uyacaklarını, yani “Haydi buyrun ülkenize!” denildiğinde, döneceklerini zannetmişlerdi. Zaman ve hadiseler onları da yanıltmıştı. Dönüşü cazib hale getirmek üzere külliyetli paralar vaadedildiği halde Avrupa’daki “hak ve hürriyetler, sosyal devlet işleyişi ve kamu düzeni” onları buraya bağlamıştı. Meseleyi yalnızca para kazanma düzleminde düşünen Türkiye’deki ilgililer hep hata yapageldiler ve kamuoyunu hataya sürükleyip durdular. Zira Libya, Irak, Kuveyt ve Suudî Arabistan’a da Anadolu’dan işçiler gitmişti. Suudî Arabistan dışında, gidenlerin hepsi ya sağ veyahut ölü olarak döndüler. Fakat Batı Avrupa’ya ve Avustralya’ya gidenler bir türlü dönmedi. Dönmeye niyetlileri de, 12 Eylül felâketinin yangın yerine çevirdiği vatanın soyulması, hukukun siyasallaştırılması ve halkı fukaralaştırması korkuttu. Sıla hasretini sineye çekerek “gurbeti vatan edinmenin” yollarını aradılar.

Biz gurbetzedeler, gözümüzü Anadolu’dan hiç ama hiç ayırmadık. Sılaya baharın geleceğini hayal ederek garipçe yataklarımıza uzandık. Ve sıla özlemiyle sabahladık. Felâketlerin bu kadar uzun süreli olmayacağını düşündük. Sılada, mert, kahraman, cesur ve namuslu dindarların, demokratların ve de insanların; diktatörlüğe, zulme ve felâkete dur diyeceklerini hep ümid ettik. O ümid ile 12 Eylül felâketinin getirdiği zelzeleden ülkenin kurtulacağını umduk. Fakat, zındıkaya âlet olan bir kaç generalin, beraberinde dindarların büyük bir kısmını da iğfal ettiklerini tahmin etmemiştik. Vatana ihanet hareketinin boyutlarını zaman ve mekânda bu kadar geniş olabileceğini hiç tahmin edemedik. Koca koca çınarların bu nifak kurtlarıyla devrileceklerini, 1980 öncesinde bora duran bahçelerin ve nihallerin 12 Eylül ile birlikte esen samyeliyle çürüyüp kuruyacağını hayal bile edemezdik. Çünkü tarih böyle bir felaketten hiç haber vermemişti. İşte bütün bu olgular, yıllarca gurbette ki işçilerimizin sosyal meseleleriyle hemhal olurken, bakışlarımızı doğuya dikerek, demokrasi, insanlık ve adalet güneşinin ülkemizin üzerine doğmasını beklemek üzere bizi gurbette tuttu…

Sydney’den Paris’e kadar gurbetzedemiz dönüşün uzadığını görünce, sılayı emeklilik sonrasına bıraktı. Bu sevinç, hayal de olsa ona yeni yeni gayretler verdi, ömürlerinin takâti bitmiş, şevki sinmiş, hüzün dolu mevsiminde doping oldu… Köyden kasabaya, kasabadan şehre tatlı hülyalarla kurduğu evlerde ahir ömrünü geçirme hayali, içinde bulunduğu ailevî felâketlerin, sağını-solunu kuşatmış hastalıklarını zaman zaman unutturdu… Belağrılarını hafifletmek üzere sıkı sıkıya dayandığı koltuğunda gözlerini kısarak güneşin doğduğu yöne baktı ve kendi kendine seslice: “İnşaallah” dedi…

Daha önce de belirtmiştim. 20. yıl hikâyesi yalnızca benim hikâyem değil. Anadoludan “batı” gurbetine düşmüş en az üç neslin ortak hikâyesi. Biz tarihe akseden bir-kaç çizgisini göstermeye çalışmıyoruz. Akademik Sevda’nın beni sürüklediği bu musibette ne Türk Edebiyatını ne de İslâm dinini öğrenemeyeceğimi ben de biliyordum. Fakat bizde; hiçbir araştırma yapılmasa da, yalnızca Paris, Londra ve Köln sokaklarındaki levhalara bakıp, metro-tramvaylara binerek bu medeni şehirleri dolaşmak sözkonusu kariyerin bir parçasıydı. Hem yolumuzdaki “batı dili” engelini kaldıracaktık, hem de biraz metodoloji öğrenecektik. Diğer taraftan İsevi ruhanileri arayacaktık… Hatta bu sevda ile İskeçeli talebemle, kışın soğuk bir gününde, soğuk duran taş binalarının kapısında, soğuk yüzlü katolik papazla görüşmeye çalıştık. Herşey soğuk olunca, olmadı. Papazın bizden esirgediği alâkayı belediyenin yabancılar danışmanı göstermişti. Türk danış Yılmaz Diler, Merhum Öğretmen Mahmut Ateş ve Belediye danışmanı Hüf Schmodt’le dini arkaplanda çok güzel faaliyetlerde bulunacaktık. Almanca bilmediğimden, çalışmaların basına ve şehir idaresine yansımalarından yıllar sonra haberdar olacaktım. Hatta yine çok güzel bir çalışma esnasında merhum Öğretmen Ateş’in kalbi sevince mağlup olacaktı. 12 Eylül fırtınasının henüz gurbeti vurmadığı bugünlerde tüm Saarland’daki Müslüman Türkleri teşkilâtlandırmada gençliğin rüzgârıyla koşuyorduk.

Bu garib insanları teşkilâtlandırıp sosyal ihtiyaçlarını dernekler çerçevesinde gidermeye çalışırken, Müslüman Hıristiyan diyaloğu çalışmalarımızın büyük bir konsensüsü oluşuyordu. Hamburg-Saar ve Völklingen’de başlayan İsevi-Müslüman çalışması, bir iki yıl sonra Ahlen’de Cami ve Kilise’de gelenekselleşecekti… Daha sonra Köln’deki tüm okullarda “dini bir çerçeveye” oturtulacaktı. Zamanla bu geleneğin Sydney, Melbourn’dan Londra’ya kadar Müslümanlarla Hıristiyanların arasında hayırlı bir köprü olarak oturduğunu görmekle sevinecektik. Bazen hıristiyan, bazen İsevi Müslüman ve bazen de İsevi ruhanilerle yaptığımız çalışmaların ilginç bir cümlesiyle mevzu derinleşmeden bu sahilden çekilmek istiyorum: “Biz sizi anlamaya çalışıyoruz. Bu güzel düşüncelerin toplumumuzca anlaşılması için sizden sabır ve gayret bekliyoruz.” Fakat bu çalışmaların gariblerin gurbeti “sıla” edinme teşebbüslerinin bir parçası olduğunu sonradan anlamıştım.

Yukarıdaki çalışmalarda, bir kaç bilgi yetersizliğimi bir tarafa bırakırsak, gurbette ne devletin, ne de birilerinin çalışmalarımıza mani olmaya çalıştığı bir hareket gösterilemez. Evveli temel hakk ve hürriyetlerden doğan insanî hakkımızı kullanmayı tenkit bile kimsenin hatırına gelmez, burada… Aylarca hakperest batılılar, İslâmiyetin sefahat, anarşi, savaş ve ahlaksızlığa karşı en iyi ilaç olduğunu devamlı vurguladılar. Fakat bu oranda, gurbette oluşan sivil insiyatifin Türkiyedeki Cuntaları huysuzlaştırdığını da itiraf etmeliyim.

Gurbette Avrupa değerleriyle yetişen insanımızın bu değerleri-yani hürriyet, hukukun üstünlüğü, adalet ve eşitliğine ülkeyi büyük bir felâkete sürükleyen 12 Eylül cuntası, Türkiye’deki münafıklık tezgâhını gurbette de maalesef kurdu. Sıla hasretiyle malul bu garib insanlar müdakkik de olamadıklarından, zındıkanın gurbete kurduğu tuzaklardan kurtulamadılar… Türkiyedeki sivil-toplumu param parça eden ve sonra bu parçaları sinsice kullanan 12 Eylül’ün tahribatının uzantıları buralara da geldi. Türkiye kökenli tüm dini cemaatler Anadolu da olduğu gibi burada da mitoz bölünmeye tabi tutuldular.

Geldiğimin ilk günlerinde şöhretini sık sık duyduğum Süleymancı kardeşlerimizin meşhur hocası Harun Reşit Taylioğlu’nun başına gelenlerle dini cemaatler sarsıldı. Güya Hocaefendi markları çuvallara doldurup Amerika’ya kaçmıştı. İftirayı atanların sesi o kadar yükseklerden geliyordu ki, camaate hadiseyi tahkik müsaadesi bile verilmemişti. Amerika’nın hangi eyaletine, hangi villaya taşınmıştı hoca… Dar daire Ankara mahreçli iftirayı yalnızca iş alemlerinde tel’in ettiler. Sonra Milli Görüş mitoz bölünmeye tabi tutuldu. Kopan bir parçasıyla Evren Paşa yıllarca gurbetteki dindarları rencide etti. Frankfurt’taki renkli Türk medyası vasıtasıyla camiler, Kur’ân kursları ve sivil toplumun dini çalışmaları güya jurnal edildi. Türkiye zındıklarının buradaki ortakları dışında kimsenin inanmadığı karalamalar yıllarca gurbetçiye çile oldu. Evren, gurbetçinin kafasındaki “kutsal devlet” imajını yıkmaya muvaffak olmuş, buradaki insanımız artık devlete şüpheli nazarlarla bakıyordu. Hatta yer yer fişlendiğini duyunca iyice arkasını çeviriyordu, Türkiye’ye. Türk Federasyonunu canları pahasına kuran Frankfurt’taki gençler kesilip-atılacaktı… Nur talebeleri, Türkiye’deki nifak hareketinden gurbette de nasiplerini alacaklardı… Almanya’daki gurbetçilerin sivil-toplum olarak teşkilâtlanmaları 1980’li yılların başlarında daha ziyade görülür. Devletten ümidini kesmiş bu gariplerin; Türkiye’deki dini cemaatler, sağ-sol fikir hareketleri ve siyasî partilerin yardımıyla teşkilâtlanan sivil-insiyatiflerinin gurbette de iğdiş edildiğini bu vesileyle belirterek 1980’li yıllara kadar milyonlarca gurbetzedeyi tercümansız, imamsız, öğretmensiz bırakan devletin, 12 Eylül’den sonraki gurbete hurucu, milletlerarası bir nifak projesinin yansıması olarak görüyorum. Türkiye’nin gurbetteki sivil-toplumdan hürriyeti, adalet ve eşitliği öğrenmesi, başta Türkiye’deki müstebitlerin olmak üzere, İslâm alemi diktatörlerce inim inim inleten komite ve devletin işini bozacaktı. Türkiye’ye demokrasinin gelmesi, tüm İslam ülkelerinin elden, çıkmasıydı. Evren Paşa’nın gönlü; tıpkı Çevik-Bir’in Erol Özkasnak’ın gönülleri gibi razı olamayacaktı. Medeni, hür ve demokratik bir Türkiye’nin yolu öğretmen-imam gönderilerek ve devlet gurbette bir “Klik”haline getirilerek kesilecekti.

Maksat ne camide, ne de okulda gurbetçiye öğretim vermek değildi. Kanaatlerince rejim için tehlike teşkil eden sivil-insiyatifi devre dışı bırakmaktı. Gönderilen vazifelilerin maaşlarını ve sosyal giderlerini başta dernekler ödüyorlardı. “Birlik ve beraberlik” manevrasıyla oluşturulan tüzükle; hem maaşların dağıtımı, hem de insiyatifler konsolusluklara bağlandı. Başka başka isimler altında derneklerden toplanan paraların akibetini buradan yetkililere sormak en hafifinden “devlet düşmanlığına” götürür sizi. Bulunduğu ülkenin bağımsız sivil toplum hukukundan ayrı, iğreti bir hukuka antidemokratik idare edilen yediyüz küsür derneğin insiyatifini hariciyemiz din müşavirlerini kullanarak elinde tutmaya çalışıyor. Evren Paşa’nın “Yurt dışındaki DİYANET PROJESİ” devleti burada sivil-toplumun karşısına geçirmiş. Devlet DİTİB, daha sonra Koordinasyon kurulları ve daha sonra da ADD ile kendisine bağlı insanları hürriyet, hukukun üstünlüğü ve adalet hastalıklarından korumaya çalışıyor. Halbuki devletin 12 Eylül’den önce gurbete gönderdiği din müşaviri kalacak yer bulamayınca Nur talebeleri sahip çıkmış, onu medreselerinde misafir etmişlerdi. Devletin, kapısını dini cemaatlere kapadığı zaman camilerin yüzde sekseninin alınmasına yine buradaki dinî cemaatler yardımcı olmuşlardı. 12 Eylül’ün şu gurbette yaptığıyla Anadolu’da yaptığı nifak arasında bir fark yoktu. Önce insanları fikren iğfal ediyorlardı, sonra da faziletlerini kaybetmiş kişi ve kuruluşları dışlıyordu. Bu bir süreçti. Gurbetçinin istikbalini, ümitlerini ve insanlık duygusunu parçalama süreciydi…

Sıladan destek beklerken 12 Eylül cuntasının köstekleriyle yıllarca mânevî işkence çeken gurbetzedenin ufkunda artık sıla uzak bir silüet halinde küçülmeye başladı. Birinci neslin çocuklarının karşılaştığı problemlerin çözümsüzlüğü zaman zaman sıladan ümitlerin kesilmesine sebep oldu. Türkiye’den getirilen gelin ve damatların buradaki nesille kan uyuşmazlığına düşmesi yeni ailevî felâketleri beraberinde getirince, birinci neslin şaşkınlığı arttı. Hayal edemeyeceği derecede ortaya çıkan negatif neticeler, kimisini belinden, kimisini midesinden ve birçoğunu kalbinden vurunca, gecikmeli de olsa “iç muhasebeler” dönemi başladı. Buradaki felâketlerden kaçış mı, ama nereye?. Bazen gurbetin derinliklerine yayılan tüm köklerini toplayarak “Köyüne”  dönmeyi tasarlayanlar da oldu. Fakat nafile… Dadaloğlunca düşünenlerde çıkmadı değil: Kaybolanlar oldu, kalan sağlar bizimdir, diyerek sılaya sığınanları kastediyorum. Hüküm ekseriyete göre verildiğinden 20. yıl hikâyesine bu adeseden baktım. Sel felâketinin ardı-sıra yeşillenen çevreyi, oluşan bahçecikleri ve bahçelerde meyveye duran fidanları isterseniz başka bir yazımıza bırakalım. Zaten, bizi gurbete kilitleyen duygu da bu bahçelerin genişlemesi, ağaçların büyümesi ve “soğuk Avrupa’nın” baharı değil mi? Avrupa’ya güneş hem doğusundan, hem de batısından doğacağına göre, ümitlerimizde haklı değil miyiz?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*