23. Söz beni çok etkiledi

Gönül Hurmalı, 1984’te 9 Eylül Üniversitesi İzmir Devlet Konservatuarı Opera ve Konser şarkıcılığı bölümüne başladı. Üçüncü yılının son aylarında örtünmeye karar verdi.
 
23. Söz beni çok etkiledi

Gönül Hurmalı, 1984’te 9 Eylül Üniversitesi İzmir Devlet Konservatuarı Opera ve Konser şarkıcılığı bölümüne başladı. Üçüncü yılının son aylarında örtünmeye karar verdi.

Opera eğitimi ve iman hayatını bir arada yaşayamayacağını anlayınca; eğitimini yarıda bıraktı. Ama müzik sevdasından hiçbir zaman vazgeçmedi. Gitar, ney, piyano, şan ve makam eğitimi verdi. Lâtif Öz’ün “Hayy” isimli albümündeki bütün eserlerin söz ve müzik yazarıdır.

İşiniz çok önemli, ama imanlı bir genç olmanızın hikâyesi benim için çok değerli. O yıllara geri dönerseniz, konservatuara başladığınız zaman nasıldınız?

Konservatuara liseden sonra girdim ve bu şekilde iman çerçevesinde hiçbir yaklaşımım yoktu.

O zaman bu türde yaklaşımınız nasıl oldu?

Bu şekilde yaklaşımlarım olmasa da her an bir arayış içerisindeydim. Konservatuar, entelektüel ve materyalist yaklaşımlarla eğitim verir. Çok iyi müzik eğitimi alırsınız, ama o kadar. Okulda çok çalışkan bir öğrenciydim. Kendi kendime kaldığım çok zamanım olurdu ve her zaman düşünürdüm. Kendimi her zaman sorgulardım. Nereye gidiyorum? Oy verme yaşım geliyordu. Siyasî görüşüm ne olmalı? Ben neyim? Ne olmalıyım? İleride nasıl bir çevrem olsun istiyorum? Aile kurmak ister miyim? Kurarsam nasıl bir aile kurmak isterim? Bulunduğum ortamdaki çelişkili tavırlardan sonra çok tatminsizlik yaşadım. Güzel arkadaşlıklarla manevî boşluğumu doldurmaya başladım.

Eğitiminizin kaçıncı yılında kapanmaya karar verdiniz?

Üçüncü senenin sonlarında, yıl sonu final tarihlerinin belli olduğu zamanlarda karar verdim.

Nasıl oldu? Okulunuzu nasıl bıraktınız?

O günlerde ciddî şekilde kendimi o ortamdan farklı hissetmeye başlamıştım. “Ben üç yıldır burada mıydım? Ben mi okudum?” dediğim bile oldu. Namaz kılmaya başlamıştım, ama örtünmüyordum. Açıkçası örtünmeyi düşünmüyordum. Aslında en iyisi bu şekilde başlamak. Çünkü namazın aşkı, Allah ile beraber olmanın getirdiği çok güzel bir tatmin duygusu… Yaşadığım çelişkilerden uzak bir şey bulmuştum ve onun peşine düştüm. Üç ayın sonunda çok ciddî bir karar ile okula devam etmeme kararı aldım. Eğer devam edersem, kalırım korkusu yaşadım. Namaz kılıp geliyorum, sahne alıyorum ve sesimi kullanıyorum. Bunlar olmazsa daha iyi olacağını öğrenmeye başladıktan sonra huzursuzluk yaşamaya başladım. Yoğurdu çalkalarsınız yağı ve ayranı birbirinden ayrılır ya, büyük bir çalkantı ve ayrışma yaşadım. Net şekilde de bunun bir imtihan olduğunu fark ettim.

Çalkantıya düşmenizin sebebi neydi?

Zafer dergisi ve Meryem Canan Ceylân’ın küçük el kitabı ilk tohumlarımı atmama sebep oldu. O dergiden çok etkilendim. Ayrıca kitapta bayan, samimî şekilde imana giriş hikâyesini anlatırken, “Bir mum ateşine elinizi tutun. Hemen mi çekersiniz? Yoksa yavaşça mı? Refleks olarak hemen çekersiniz. Bulunduğunuz ortamın ateş olduğunu fark ettiyseniz, orada durmak niye?”
Bu olaydan sonra, “Bırakmalıyım” dedim. Okuldan ayrıldıktan sonra hocalarımın pişman olur, geri döner diye beklediklerini öğrendim.

Aileniz dindar mı? Kapanmanıza tepki verdiler mi?

Verdiler. Babam memurdu. Ramazan ayında, “Niye aç kalıp oruç tutuyorsunuz?” derdi. Annem, imam kızı olmasına rağmen yanlış öğrenmelerle -zorlayarak- reddetmiş. Kendine göre kuralları vardı. Ama ailemde din alanında temel almadım. Bir tek, “Besmelesiz evden çıkma!” annemin değişmez kuralıydı. Kendimi bildim bileli bunu aklıma kazıdı. O da Ramazan’da namaz kılardı, ama sonra eski hâline geri dönerdi.

Peki, bu konularda çocuklarınızın eksiklerini gördüğünüzde eleştirir misiniz?

Bir oğlum var, on sekiz yaşında ve üniversite okuyor. Ona hiç karışmıyorum. Namazlarında aksaklıklar görüyorum. Ben imanı zor buldum ve çok kıymet veriyorum. O gözünü açtığında anne ve babası namaz kılıyordu, dindardı. Ortamlarımız farklı, saygı gösteriyorum, sıkıştırmıyorum, ama ara sıra ufak dokunuşlar gönderiyorum.

Kişinin kendisinin bulması daha kıymetli olur, değil mi?

Öyle, ama deneyimlerle zor buldum. Onun için korkuyorum da; varlık içerisinde yokluk gibi. Ama Allah herkese bir şans verir. Anne olarak duâ noktasında her zaman duâ ediyorum. Bir de insan kendi çocuğuna yandığı zaman tüm İslâm dünyasının çocuklarına da duâ ediyor. Allah kabul eder inşallah…

Risâle-i Nur’ları nasıl tanıdınız?

Bir gün sohbete dâvet edildim. Genç kızlar için olacakmış. Kimseyi reddetmeyi sevmem. Ama gitmeyi de istemiyordum. Dersim de vardı ve önemliydi. Nasıl bir bahane söylemem gerekiyor diye düşünüyorum, ama bir yandan da içimden gitmek geliyor… En sonunda gitmeye karar verdim. Üzerimde bir kot pantolon, bir mont; hırpanî bir genç kızım. İlk defa böyle bir ortama girdim. Sekiz on kadar genç kız toplanmışlar, biraz da hava soğuktu; sobanın başında oturuyorlar ve sobanın sıcaklığından hafif pembeleşmişler. İlk dikkatimi çeken yüzlerinde hiç makyaj olmayışıydı. Ne kadar nurlu ve güzellerdi ve gelmeme sevinmişlerdi. “Ben böyle bir şey için sevinmezdim,” diye düşündüm. O insanların bu organizasyonu, evi, ikramı daha sonradan benim için yaptıklarını öğrendim. Bütün gün hepsini inceledim ve dinledim.

Risâle-i Nur’da en çok etkilendiğiniz yer neresidir?

23. Sözün 2. Noktasını dinledikten sonra inanılmaz bir şok yaşadım. O olayın kahramanı oldum. Köprüye çıktım, lambayı kırdım… Aslında Risâle-i Nur’un bu kadar etkili olmasının nedeni hayalimde canlanmasıydı. Çok etkilendim ve çok mantıklı geldi. Kalbimin orta yerinden beni vurdu. Sonra da sohbetleri hiç bırakmadım. Üç aylık başlangıcı bu şekilde oldu.

Üç aylık bu dönemde neler yaşadınız?

Namaza başladım. Artık bulunduğum ortama ait olmama hissi yaşamaya başlamıştım. 3. ayın sonlarına doğru ufak bir kaza geçirdim ve sonucunda bir aylık dinlenme dönemim oldu. Okuldaki ve yeni arkadaşlarım beni ziyarete geliyorlardı. O kadar farklı sohbetlerdi ki… Ayrı dünyalar gibiydi. Çok düşündüm ve sürekli karşılaştırdım. Yeni arkadaşlarım bunun bir “şefkat tokadı” olabileceğini söylediğinde bu çok hoşuma gitti. Bir tokat yiyorum, ama şefkatli… Dinlenme sürecinin ardından okula döndüğümde, o an oraya ait olmadığımı anladım. Her şey beni rahatsız ediyordu. Oysaki 4. sınıf, sadece ses rengime göre opera da rolümün belli olacağı bir yıldı. Yani ders işlemeyecektim ve alacağım eğitimim bitmişti. Hiçbir şeyi düşünmeden bıraktım ve çıktım. Bu güne kadar da bu kararımdan hiçbir pişmanlık duymadım.
*Gönül Hanıma bu güzel sohbet için teşekkür ediyoruz. Allah her zaman yardımcısı olsun.
(Bizim Aile dergisi,Haziran 2011 sayısından alınmıştır.)

İKİNCİ NOKTA

İmân, nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi okutturuyor; öyle de kâinatı dahi ışıklandırıyor, zaman-ı mâzi ve müstakbeli zulümâttan kurtarıyor. Şu sırrı, bir vâkıada “Allah imân edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidâyet nuruna kavuşturur.” (Bakara Sûresi: 257.) âyet-i kerîmesinin bir sırrına dâir gördüğüm bir temsil ile beyân ederiz. Şöyle ki:
Bir vâkıa-i hayaliyede gördüm ki, iki yüksek dağ var, birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere; ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da her tarafı karanlık, kesif bir zulümât istilâ etmişti. Ben sağ tarafıma baktım; nihayetsiz bir zulümât içinde, bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümât dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir cep fenerim vardı. Onu istimâl ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki, “Keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim” dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. “Eyvah! Şu fener, başıma belâdır” dedim.

Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güyâ onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük bir elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümât boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu; her şeyin hakikatini gösterdi. Baktım ki, o gördüğüm köprü gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle, nurânî insanların taht-ı riyâsetinde, ibâdet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim. Ve sol tarafımda fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şâhikalar ise süslü, sevimli, câzibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyâfetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvanât-ı ehliye olduğunu gördüm. “İmân nurundan dolayı, Allah’a hamd olsun.” diyerek “Allah imân edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidâyet nuruna kavuşturur.” (Bakara Sûresi: 257.) âyet-i kerîmesini okudum, o vâkıadan ayıldım.

İşte, o iki dağ mebde-i hayat, âhir-i hayat, yani âlem-i arz ve âlem-i berzahtır. O köprü ise hayat yoludur. O sağ taraf ise geçmiş zamandır. Sol taraf ise istikbâldir. O cep feneri ise, hodbîn ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enâniyet-i insaniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı ve acîb mahlûkatıdır. İşte enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına mübtelâ olan adam, o vâkıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâletâlûd mâlûmât ile, zaman-ı mâziyi bir mezar-ı ekber sûretinde ve ademâlûd bir zulümât içinde görüyor. İstikbâli gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir; hem, her birisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisât ve mevcudâtı muzır birer canavar hükmünde bildirir, “İnkâr edenlerin dostu ise tâğutlardır; onları İmân nurundan mahrum bırakıp, inkâr karanlıklarına sürüklerler.” (Bakara Sûresi: 257.) hükmüne mazhar eder.

Eğer hidâyet-i İlâhiye yetişse, İmân kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa, kitâbullahı dinlese, o vâkıada ikinci halime benzeyecek. O vakit, birden, kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlâhî ile dolar; âlem, “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur Sûresi: 35.) âyetini okur. O vakit, zaman-ı mâzi bir mezar-ı ekber değil, belki her bir asrı bir nebînin veya evliyânın taht-ı riyâsetinde, vazife-i ubûdiyeti ifâ eden ervâh-ı sâfiye cemaatlerinin vazife-i hayatlarını bitirmekle, Allâhü ekber diyerek makamât-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafına bakar ki, dağlar-misâl bâzı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında, Cennetin bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyâfet-i Rahmâniyeyi o nur-u İmân ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, tâun gibi hâdiseleri birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisâtı, sûreten haşin, mânen çok latîf hikmetlere medâr görüyor. Hattâ mevti hayat-ı ebediyenin mukaddimesi; ve kabri saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sâir cihetleri sen kıyas eyle; hakikati temsile tatbik et.

Sözler, 23. Söz, Birinci Mebhas, İkinci Nokta, s. 497.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*