28 Şubat bekçilerinin icraatlarına dair…

Evvelâ bu bir siyasî yazı değildir. Bir kısım menfaat gruplarının bazı paşaları iğfal ederek ülkeyi “felâket yurduna” çevirişinden sonra, enkaz arasındaki iniltili musibetzedelerin duygularının ifadesidir. Şu karanlık ve milletin sürü telâkkisiyle metazori usûllerle idare dönemi çok yakın bir zamanda sona ereceğinden, vakıanın tarihî bir tesbitini kaydetmek istedim. Zira insanlar fıtratları gereği unutuyorlar.

Daha önceki yazılarımda ifade ettiğim üzere, 28 Şubat cinayeti başlı-başına bir hareket değildir. 12 Eylül ihanetinin bir versiyonudur. Fakat bu son millet iradesine karşı kalkışmanın zamanı, bizi dünyada maskaraya çevirdi. Medenî ülkelerin “fert hürriyetini” toplum içinde en geniş kapsamıyla tesis etmeye çalıştığı bir zamanda, yetmiş milyon insanın iradesi yok sayılarak, mütekait paşalara yüzbinlerce dolar maaş veren dahilî ve Türkiye’yi bir sömürge görünümünde telâkki eden haricî menfaat gruplarının teşvikleriyle, tüyü bitmemiş yetimin parasıyla ve ülkeyi haricî düşmana karşı korumak maksadıyla alınan tankları, bir kaç densizi bahane ederek Sincan meydanına sürenlerin arkasındaki silüetin bugünkü hükümet olduğunu nereden bilirdik ki… Gerçi 12 Eylül’den bu yana ihtilâlcilerin kapı kulluğunu yapanların “tank gösterisini” müdafaasının arkasında, Erbakan korkaklığından “iktidar postu” çıkarmayı planladıklarını sezmiştik fakat bu kadar millete hain davranılabilineceğini düşünemedik. Sincan’dan başlayan bu hükümetin “millet karşıtı icraatı” giderek derinleşirken, halk hayret ve nefret içinde hadiseleri şaşkınlıkla izliyor…

Yüzde doksan beşinin Müslüman olduğu halkın dişinden-tırnağından arttırarak oluşturduğu müesseselere “Laikliği koruma ve irtica ile mücadele” safsatasıyla el koyarken, yine münafıklığı esas alarak gizlice milletin dinî ve millî değerleriyle, bu üçlü mücadele etti. Arkasını, milletin silâhıyla milletin iradesine el koyan bir-kaç paşaya dayayarak, güya kanunî düzenlemeler yaptılar, mızrağı çuvala sığdırdılar!.

İmam-Hatip okullarının, Kur’ân kurslarının ve dinî arkaplanlı özel okul ve okulların kapanmasını netice verecek düzenlemeyi yaptılar. Sonra da başbakan, milletin imam-hatip okullarını tercih etmediğini iddia etti. Gırtlaklarında hâlâ devletin teşviklerinin izleri bulunan güya sivil toplum veya dinî cemaatlerin deşifre korkularından istifade eden bu beyler; Allah’ın Kur’ân’daki tesettür emrine “siyasal simge” ismini takınca, okul kapılarındaki, devlet dairelerindeki yüzbinlerce masumun çığlıkları duyuldu.

Milyonlarca hukukî cinayetleri bu hükümetin başı olan adalet bakanı başta olmak üzere, tüm milliyetçi, mukaddesatçı bakan ve milletvekilleri tebessümle karşıladı. Dünya milletlerine bakmadan yalnızca Esad’ın Suriyesi ile Zeynelabidin’in Tunus’u örnek alınarak işlenen bu cinayetler Türkiye’nin çoktan üçüncü dünya ülkeleri safında yer aldığının da tescilidir…

12 Eylül sonrasındaki vahşi sansürü en iyi hatırlayacakların başında, Sayın Demirel ile, sayın Demirel’in isimlerini yazmaktan men edilen Nazlı Hanım ile Yavuz Donat gelir. Birisi Süleyman Bey’e “Bir bilen,” diğeri de “antrenör” demek zorunda bırakılmışlardı. 28 Şubat diktasını, aba altındaki silâhla bu millete kabul ettirmeye çalışan mezkûr hükümet de, aynı yasağı “deprem” kelimesine getirdi. Maddî kurtuluş sebeplerin yekûnunu tek tek kaybeden millet, işinin Allah’a kaldığını görünce, felâketleri bir nevi “kurtuluş kapısı” olarak gördü. Artık depreme “İlâhî ikaz” denilmesi başta olmak üzere, depremle alâkalı tüm yazıları, kendilerini dünya kamuoyunda maskara ettirecek biçimde “mahkûm etmeye” kalkıştılar. Sınır, alan ve mahiyetini belirtmedikleri -312. madde- kanun maddelerini, konuşmak isteyen toplumun üzerine silâh olarak doğrulttular…

Belli dış mihraklarla münasebeti az, yerli ve milletin arasından çıkan sermayeyi “Yeşil Sermaye” adıyla hedef tahtası haline getiren hükümet; garip ve fakir Anadolu’dan öç almaya, milletin sırtından ve ülkeyi sömürmekle semizleşmiş çevreye milletin servetini servis vaziyetiyle görevli hükümetin üyeleri de; bulundukları makamları düşünmeyerek gece yarılarında sermaye sahiplerinin kapısında nöbet tuttular…

Pijamalı medya patronu, artık millete alâmet olmuştu… Yüksek rant gelirleri, devlet kesesinden yüksek faizler ve kredilerle ülkenin nakdî sermayesini bankalara çeken bu zevat, sonra da bu bankaların içini tek tek adamlarına boşalttırarak Marmara depreminin verdiği maddî hasardan fazla zarara sebep oldular. Memurların maaşlarını milletin depremzedeye ulaştırmak istediği hayır hasenattan veren bu aç gözlüler, soyulan bankaların zararlarını; fakir-fukarayı perişan eden vergilerle telâfiye yöneldi. Van’dan-İzmir’e ülkeye tek çivi çakmayan, ülkeyi komünizm Rusyası sonrasındaki harabeye çeviren bu zâtların millete yapacakları en büyük hayır, terkedip-gitmek iken bunlar hemen her gece millete hakaret içeren gülücüklerle ekranlarda poz veriyorlar.

Mahkemeler; parasızlık, kanun hakimiyetinin olmayışı, mafyanın yargıya tesiri ve beceriksizlikle kilitlenince, vatandaş cadde ortasında ihkak-ı hakka yöneldi… İlk geldikleri günden itibaren, sonradan kendilerine lâzım olacağını düşünmeden milletin temel ahlâk, fazilet ve temel değerleriyle savaşa girişince, hapishaneler, serseri, hırsız ve canileri alamaz hale geldi… Bu akıllı ekip de, insanlardaki adalet duygusunu hançerleyen meşhur af yasasıyla, yeni caniler için hapishaneleri boşaltmaya yöneldi… Sefahet ve Rezaleti dine karşı koruma altına alan bu laik ekip; rakı içmenin faziletini, kumarın ehemmiyetini ve sefahetin önemini pratik misallerle anlatmaya çalıştılar.

Ülke, dış politikada esamesi okunmaz konumuna gelirken; herhangi bir Avrupa mahfilinde, bir misyonumuz çıkamaz hale geldi…. Zira her yerde “temel insan hakları” sorusu, hariciyemizin binalarına kapanmalara sebep oldular. Ülkeyi 3. dünya safına çekerlerken, AB’ye girişimizi de akıllıca savsaklayan bu heyetin tutunduğu bahane de manidardır:

“Müslüman olduğumuzdan, bizi AB’ye almıyorlar.”

Ülkedeki servet dışarıya kaçırılırken, dışarıdan herhangi bir yatırımcının gelmemesi için de her türlü tedbir alındı… Sanayi de içine düştüğümüz kısır döngünün sıkıntısına, tarım ve hayvancılıkta İsrail’e bağımlılığı da bu beyler hediye ettiler. Amerika’dan elma, Brezilya’dan et ve İran’dan patlıcan gelince yurda, köylümüzün son umutları da yandı…

Üniversitelerde Atatürkçü eğitim-öğretim adına cadı avına çıkıldı… Yüzbinlerce polis, temel hakk özgürlükleri olan okumayı hedef edinmiş yüzbinlerceyi okullara sokmamak için hâlâ geceli-gündüzlü çalışıyorlar… Ülkeye en küçük faydayı sağlayan öğretim üyesine ceza verirken, sefil hayatlarıyla öğrencilere kötü örnek olan Atatürkçüleri mükâfatlandırdılar… Irkçılık-Türkçülük belâsıyla yüzde yetmişi sair ırklara mensup, İmparatorluk sonrasındaki Müslümanları birbirine düşürerek, ülkeyi zaafa uğratan sol-sağ milliyetçilerimiz, Kur’ân’dan dolayı Arapça’ya, Peygamber’den ötürü araplara hâlâ ateş püskürüyorlar. Bu yoldaki herzelerini de “Türkçe ibadet” safsatasıyla, milletin servetini çalanların ekranlarında kustular…

Elhasıl, bu 28 Şubat bekçiliğini yapan beylerle birlikte, Anadolu “felâket yurdu”na döndü. 3. sınıf ülkeden kaçmak isteyen milyonlar, başka ülkelerin vize kapılarını zorluyorlar… Böylece yurda, millete, hürriyete ve insanlığa yazık ettiler. Gerçi bugün halkın içine çıkamıyorlar. Fakat ülke, yeniden zifiri karanlıkların içine çekildi… Ziyaretlerine gittikleri fabrikanın yüzlerine kapanması, cadde-sokak denilmeden yuhalanmaları bir bitişi gösteriyor. Ama onlar hâlâ birlikte milleti sömürdükleri beylerin ekranlarında “aydınlık ve çağdaşlaşma” şarkısı okuyorlar. Yukarıda arzettiğim gibi bu bir tercüme-i haldir. Nisyandan gelen insanın unutmaması için bir yazılı tesbittir. İnsanların unuttuğunu kalem unutmuyor. Felâketzedelerin iniltilerinin tercümesinde yalnızca bir elçiyim. Elçiye zevâl olmaz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*