31 Mart’tan 11 Eylül ve sonrasına

İnsan nisyandan gelse de “unutmak” onun imtihanıdır. Unutmayı öncekilerimiz “gafletle” de seslendirmişlerdir. İnsanın her karesini, ses ve hatta niyetini kaydeden “yazıcı melekler”, elbette yazdıklarını unutulmak üzere kaydetmiyorlar. Sahifelerin neşrinde en küçük karemizle dahi karşılaşacağız.

Uluslar arası siyaset, devrim ve terör enstitülerine de servis yapan medyamız bizi “balık hafızalılığa” dâvet ede dursun. Söz konusu enstitüler günlük, senelik, beş-on senelik, yarım asırlık ve dehrî hesaplarla çalışıyorlar. O enstitülerde unutmak, herşeyi kaybetmek anlamını taşır. Şahısların fanî ve hedeflerin kalıcı olduğu o projelerde en küçük detay bile arşivlere kaydedilir. Firavunun piramitlerinde çalışan Mısırlılardan daha çok insan, o enstitülerin arşivlerinde gece gündüz hummalı bir şekilde çalışıyorlar…

Ahirzamanın rotasına oturmak isteyenlerin büyük işleri (tahribatları) olduğundan, elbette çok çalışacaklar.

Bizde de durumun böyle olduğunu her halde söyleyemeyiz. Başımıza gelen ihtilâllerin genellikle çoğu onlardan geldiğinden, idaremize gelenlere geçmişi silmeyi tavsiye ediyorlar: 31 Mart, 1924 ve sonrası, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 11 Eylül’ün tetiklediği felâketler…

Afganistan, Kafkasya, BOP, Irak, Libya, Mısır ve Suriye gibi… Bütün bunları unutmamızı telkin edenlerin yeni cinayetleri için nisyanımızdan kuvvet alacaklarına şüphemiz olmasın.

Global projelerde devamlıklar bazan kesintiye uğrayabilir. 1. Dünya Savaşı ile âlem-i İslâmı bitirmek isteyen İngiliz ve Rusların başına gelen felâketler, projelerini akamete uğratmıştı. Avrupa’nın dinsizlik mektebi “Frankfurt Okulu”, Sigmund Freud´larla birlikte kıt’a dışına kaçmıştı.

11 Eylül önemli bir ihtilâldir

Bu ihtilâlden önce de Troçkistler vardı… Lâtin Amerika dünyasındaki cinayetler, ihtilâller ve büyük zulümler incelendiğinde, onların büyük üstadlarından Henry Kissinger ile karşılaşırsınız. 11 Eylül sabahında Kissinger’in Afganistan ve Irak’ı hedef gösteren beyanatı, günümüzü anlama noktasından önemlidir. Müridi Paul Wolfowitz’e BOP coğrafyasının harita ve eylem planlarını veriyordu ihtilâlin erken saatlerinde. Condoleezza ve diğer neoliberal siyasetçilerin çalıştıkları enstitülere girebilme imkânımız olsaydı, şu yazımız elbette teoride kalmayacaktı.

11 Eylül’ün bir ismi “Yeni Dünya Düzeni”dir. Diğer bir adı da “Amerikan Yüzyılı”. 28 Şubat süreci Türkiye politikalarını 11 Eylül’e hazırlamıştı…

AB’nin kendi haline bırakılması, projenin realizesini engelleyebileceğinden; Blair, Berlusconi, Sarkozy, Rasmussen ve Merkel de ülkelerinin başlarına geçirileceklerdi. BOP coğrafyasında neden yalnızca Erdoğan’a güvenildiğini, neoconlar kadar Cüneyt Zapsu’nun da bildiğini düşünüyorum. Yukarıda yalnızca köşelerinden değindiğimiz hadiseleri ve kahramanları biz unutsak da, zındıka enstitüleri asla unutmayacaklar. Dünyanın yeni bir tarihi okumaya ömrü kalmışsa, söz konusu vak’aların yeni tarihin ana örgülerini oluşturacağı kanaatindeyiz.

AKP, âlem-i

İslÂm ve Türkiye…

Türkiye’nin bir gün mutlaka İslâm âlemi için güzel bir rol oynayacağını bilen dünün bolşevikleri, Arapların bu beklentilerinden zalimâne istifade ettiler. 1955’te Bağdat’ta başlayan hürriyet ve demokrasi süreci onlarca katledilmeseydi, dünya elbette sulh u sükûna kavuşacaktı.  Üç milyonu aşkın insanımızın hunharca katledilmesi ve İslâm ülkelerinin elli senelik servetlerinin dinsizlerce çar çur edilmesi… Türkiye’deki “AKP modeli” vitrinde olmasaydı Arap âlemi “bahar!” yalanlarına kanar mıydı? Felluce, Bağdat, Tikrit ve Basra küllere gömülür müydü?

Şu satırların doğruluğunu “arşivlere” soracaksınız. AKP’lilerin on seneyi aşkın gafletinin, Türkiye başta olmak üzere, âlem-i İslâma ve bilhassa AB’ye verdiği zararın belge ve şahitleri oralarda fazlasıyla mevcut. Yirmiyi aşkın ekran ve dokuzdan fazla ulusal gazete ile milleti hipnoza kalkışanlar, Risale-i Nur gözlüğüyle hadiseleri inceleyenleri Allah’ın izniyle uyutamayacaklardır. Bir tek hakikatin binlerce yalanı mahvedeceği ortamlarda, hipnozcuların sırra kadem bastıklarını çok gördük.

Neoconların tetikçileri

11 Eylülcülerin, Cumhuriyetçilerin yenilgisinden sonra teker teker sahneyi terk ettiklerini hatırlayanlar, onların maskaralaşarak tarihe gömüldüklerini de unutmazlar. Neocon siyasetçilerin demokrasi, insanî haklar, hür ABD, barış kıt’ası AB ve çevre gibi bir endişeleri olmadığını; Bolşevik ihtilâlinden bu yanaki süreçlerinden çok net görüyoruz: Kırım ve Orta Asya katliâmlarından Orta Amerika ve Latin Amerika’da on yıllarca süren zulümlere, II. Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye yönelen İslâm ülkelerinin başına gelen felâketlerden, Türkiye’nin şarkında devam etmekte olan Kürtçülük fitnesine kadar… Bu arada İslâm coğrafyasında Müslüman isimleriyle katliâm yapmakta olanları dikkatlice inceleyenler, El-Kaide, El-Nusra, IŞİD ve Boko Haram gibi terör örgütlerinin de neoconların emrinde çalışan tetikçiler olduklarını rahatlıkla göreceklerdir.

Yukarıda uzunca arz ettiğimiz hadiseler zincirini bilmeyenler, neoconların devrimci mahiyetlerini ıskalayanlar ve onların felsefî temelde semavî dinlere düşman olduklarını gözden kaçıranlardır.

Merkel’den Erdoğan’a

11 Eylül sürecinin dünyamızı yarım asırdan fazla medeniyette geriye bıraktığını ve global barışı geciktirdiğini yazan araştırmacılar, önce Avrupa’da Merkozy denklemine dikkatimizi çektiler ve bugün de başka bir ikiliye işaret ediyor, Merkel ve Erdoğan’ın misyonları itibariyle benzerliklerini ortaya koyuyorlar:

1. Her ikisi de muhafazakâr kimliklerle ve halkların dindar bildiği partilerin başında…

2. Her ikisi de bulundukları coğrafyalarda kriz ve kaos üretirken, global kapital dinozorlarının emrinden dışarıya çıkmadılar.

3. Merkel AB’nin dünya barışına katkıda bulunmasını Rasmussen ile birlikte engellerken, Erdoğan İslâm ülkelerindeki kargaşaya katkı sağladı ve Türkiye’nin “barışçı” rolünü bitirdi.

4. Her iki lider de ülkelerinde ahlâkî dejenerasyonu hızlandırdı.

5. Her ikisi de çekirge sürüsü ve köpek balığı gibi fonlarla, büyük bankaların AB ve Türkiye halklarını sömürmesine kendi iktidarları için göz yumuyor.

6. AB Bakanlığı ihdas ettiği halde Türkiye’ye AB’den uzaklaştıran politikalarla halkın AB beklentisini yüzde yetmişbeşten yüzde otuzlara düşüren Erdoğan’a karşılık Merkel de AB içinde hem AB’yi bitirmek, hem de Türkiye’nin dışarda kalması için büyük bir savaş verdi.

Görünen o ki, bu politikalar devam ettiği müddetçe hem AB’deki kaos, hem de İslâm âlemindeki iç kargaşalar sona ermeyecek. Ama biz neoconların  11 Eylül ihtilâliyle zirvede başlattıkları devrimin sonlarına geldiğini düşünüyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*