7. Risale-i Nur Kongresi, V. Masa Sonuç Bildirisi

“Hüda, İnsaniyet ve Medeniyet Masası”

Aklî ve ruhî dengesi yerinde olan her insan mutlu olmak istemekte, mutluluk için bir şeyler yapmaya çalışmaktadır. Kur’ân ve sünnete dayanan İslâm dini, insana iki dünya mutluluğu vaad etmektedir. “Medeniyet-i Hâzıra” diye isimlendirilen günümüz medeniyeti ise, insana sadece dünyevî refah kazandırarak onu mutlu etme iddiâsındadır. Günümüz medeniyetinin insanlığa sunduğu mutluluk formülü, eski Yunan’ın ve Roma’nın vahiy geleneğinden kopuk felsefî düşüncelerine dayanmaktadır. Bu anlayış insanı, Allah ile olan bağını koparmaya, sadece midesinin, hevesinin, nefsinin, cinselliğin peşinde koşarak mutlu olmaya sevk etmektedir. Günümüz medeniyetinin insan algısında, din, maneviyat, ruh ve kalb ihmal edilmiştir. Akıl ve bilimin putlaştırıldığı bu medeniyet, insanı anlık hazlarının esiri, bencil bir varlık hâline getirmiştir.

Said Nursî, medeniyetin beraberinde getirdiği, insanı başıboşluğa, sefahate sevk eden ve Allah ile irtibatını kesen ahlâk prensiplerini kabul etmez. Çünkü bu medeniyet algısı insanlığı öngörüldüğü gibi mutluluğa değil, tam tersine mutsuzluğa, maddî manevî hastalıklar ve buhranlara sürüklemiştir. Bu yüzden Nursî’nin Avrupa medeniyetini iki kısma ayırarak incelemesi dikkate değer bir bakış açısıdır. Buna göre onun medeniyet eleştirisi, bütün insanlığın ortak birikiminin neticesi olan, fakat sosyal, ekonomik, coğrafî sebeplerle Avrupa’da gelişme zemini bulan, teknoloji, sanayi ve bilimsel ilerlemenin gerçekleştiği medeniyete değildir. Onun eleştirisi, gerçek terakkinin, medenileşmenin dinin kazandırdığı manevî değerlerden uzak, süfli ahlâk anlayışları ve sefahatle gerçekleşeceğini ileri süren Batı medeniyetinedir.

Nursî’ye göre insanlığın fiili duâsı anlamına gelen ortak çabasının, birikiminin ürünü olan ve İlâhî dinlerin ve bilhassa İslâm’ın teşvik ettiği medeniyet Allah’ın bir nimetidir. Bu nimet, insanlığın menfaatine, saadetine ve şükre hizmet etmesi gerekirken, ekseriyeti tembelliğe ve sefahate sevk ettiği ve istirahat içinde heveslerini dinleme meylini verdiği için insanın çalışma şevkini kırmaktadır. Kanaatsizlik, iktisatsızlık yolu ile sefahate, israfa, zulme, harama sevk etmektedir. Nursî’ye göre medeniyetin bu olumsuz kısmı, “mimsiz” olarak adlandırılmaya lâyıktır. Buna göre böyle bir medeniyet, medeniyet değil, “deniyet”tir; yani insanlığın alçalması demektir. Radyo, sinema, televizyon, internet gibi Allah’ın insanlığa acizliğinden, muhtaç ve zayıf olmasından dolayı ihsan ettiği nimetler, insanlığın yararı için değil, beşte dördü hevesleri tatmin etmeye yönelik olarak kullanılmakta ve  çalışmaya şevki kırmaktadır. Böyle bir medeniyet aynı zamanda tüketimi teşvik ederek, zarurî olmayan ihtiyaçları zarurî gibi göstererek insanlığı göreceli bir fakirliğe düşürmüştür.

Bediüzzaman’ın eleştirdiği sefih ve muzır medeniyetin sosyal hayattaki asıl gayesi, nefsin heveslerini tatmin, insanların da ihtiyaçlarını arttırmaktır. Fert olarak insanı nefsini, midesini ve cinselliğini tatmin etmeyi hedefleyen, şahsî menfaatini toplumun menfaati içinde gören bencil, başıboş, gayesiz bir varlık haline getirmektir. Böyle bir insan ise olabildiğince ben-merkezli olmalı, kendi menfaatinden başka bir şey düşünmemelidir. Bu yüzden sefih ve muzır medeniyet akıl, kalp, ruh ve sayısız lâtifelerden oluşan insanı ahsen-i takvîmde bir varlık olmaktan çıkarmakta, onu hayvaniyet düzeyine düşürmektedir. Ayrıca sefih bir hayat tarzını teşvik etmektedir. Dini dışlayan günümüz medeniyetinin bu duruma düşmesine sebep olan şey, bilimi kutsallaştıran pozitivist, materyalist, naturalist anlayıştır. Çağdaş medeniyet bu yönüyle insanlığın yüzde seksenini mutsuzluğa sevk etmiştir.

Nursî’nin savunduğu Kur’ân medeniyeti ise, sosyal hayatta nefsin heveslerinin tecavüzlerine set çekip ruhu yüce hakikatlere teşvik ve ulvî hisleri tatmin etmek, insanı insanlığın kemâline sevk ederek hakikî insaniyet seviyesine yükseltme hedefini gütmektedir. Kur’ân medeniyeti bir fert olarak da insanı, Allah rızasını amaçlayan, takva anlayışı içerisinde faziletli bir insan olmaya yöneltmektedir.

Bir başka ifadeyle, Kur’ân’ın kapsadığı ve emrettiği medeniyetin esaslarından birisi, heva yerine hüdadır ki, bunun da gerektirdiği şey, insanlığın terakkisi ve ruhen tekâmülüdür. Gerçek terakki de, insanın heva, heves, nefis ve cinselliğin peşinde koşup yüksek lâtife ve cihazlarını suistimal etmesinde değil, Nursî’nin ifadesiyle “insana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hatta hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” İnsanın ruhen tekâmülü de, ruha bağlı olan bu cihazları Yaratıcısının verdiği istikamette kullanmasıyla gerçekleşir.

Bediüzzaman’a göre, günümüz medeniyeti mensuplarının terakkî zannettikleri, dünya hayatının bütün inceliklerine girmek, zevklerin her çeşidini, hatta en süflîsini tatmak için bütün lâtifelerini, kalp ve aklını kötülükleri isteyen nefsin emrine vermek, ilerleme değil, sukûttur.

İnsanın gerçek anlamda mutluluğu yakalayabilmesi ve çağdaş medeniyetin dayattığı materyalist, naturalist, hedonist yaklaşımlardan kendisini kurtarabilmesi için, hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân’ın ortaya koyduğu imana kavuşması gerekmektedir. Bunun için Kur’ân medeniyeti, insan ile kendisini ve kâinatı yaratan Rabbi arasındaki bağı tekrar kurmayı ve insanı fıtratına ve aklına uygun “tecdid” çerçevesinde iman ile yeniden inşâ etmeyi amaçlamaktadır. Bu yeniden inşayı gerçekleştirirken Nursî, Kur’ânî ve Nebevî bir dil kullanmaktadır. Bu dilin temel bakış açısı da, varlıklara mana-yı harfî diye isimlendirdiği Allah hesabına bakmayı, Esma-i Hüsna’yı varlıkların gerçek hakikatleri olarak telâkki etmeyi ifade etmektedir.

Kur’ân medeniyetinin insan ruhuna kazandırdığı estetik anlayışta, yaratılmış olan her şey ya bizzat ya da sonuçları itibariyle güzeldir. Allah’ın güzel isimlerinin tecellisi olarak muhteşem bir güzellik, süsleme ve san′at kâinatın her tarafında müşahede edilmektedir. Bu güzellik sonsuz ve eşsiz bir güzelliğe sahip olan Sani-i Zülcemal’den yansımaktadır. Kur’ân medeniyeti en güzel san′at tecellisi olan insana farklı bir estetik anlayışı kazandırarak onu ruhen, aklen, hissen ve kalben yüceltmekte, san’atla Sanatkâr arasında kopmaz bir bağ kurmaktadır.

Sağlam inanç temelleri üzerine kurulan bu anlayışta, ibadet ve güzel ahlâk ön plana çıkmaktadır. Kur’ân medeniyeti sınır koyulmayan insanın kuvvelerine, ancak böyle bir inanç ile sınır konulabileceğini bildirmektedir. Buna göre vasat yolu bulan bir insan, helâl haram sınırlarını bilecek ve o sınırlar içinde kalacak kadar iffetli; maddî ve manevî hukukunu savunacak ve zulme kaçmayacak kadar cesur; hakkı batıldan ayıracak kadar hikmetli, yani kısaca, adaletli ve istikametli bir insan olacaktır.

Bediüzzaman, medeniyeti toptan red veya kabul etmek gibi bir anlayışla hareket etmez. Onun medeniyetten kastı, medeniyetin iyilikleri ve insanlığa faydası olan kısmıdır, medeniyetin kötülükleri ve günahları değildir. “Ahmak” diye nitelendirdiği “Batı’yı körü körüne taklit eden kimseler”, medeniyetin günahlarını ve kötülüklerini iyilik zannederek taklit edip ahlâkımızı tahrip etmişlerdir. Dini rüşvet verip dünyayı da kazanamamışlardır. Günümüz medeniyetinin günahları iyiliklerine üstün geldiğinden, iki cihan savaşıyla şiddetli bir tokat yiyen günahkâr medeniyet yerin dibine batmıştır. İstikbalde İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin iyilikleri üstün gelecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, insanlığa barış ve huzur getirecektir inşaallah.

Avrupa medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves, heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin kötülükleri iyiliklerine üstün gelmiş, kurtlanmış bir ağaç hâline dönüşmüştür. Bu da Kur’ân medeniyetinin üstün gelmesine kuvvetli bir delil hükmünde olup kısa zamanda galip gelecektir.

Zaman hep tekâmül yönünde düz bir çizgi olarak devam etmez. Bazen terakkî içinde yaz ve bahar mevsimini gösterir. Bazen tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, insanlık nev’înin de bir sabahı, bir baharı olacaktır. İslâm hakikatinin güneşiyle, genel barış dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi Allah’ın rahmetinden bekleyebiliriz. Bu hakikî medeniyet, İslâm dünyasında dünyevî mutluluğu da gösterecektir.

İslâmiyet nasıl cahiliye dönemi insanlarını yanlış ve batıl olan inanç ve âdetlerden döndürmüş ise, şimdi de dinsiz felsefî akımların etkisinde kalarak itikadını ve ahlâkını kaybetmek üzere olan insanlığı kurtaracak potansiyele sahiptir. Kur’ân medeniyeti insanlığa, eğer kıyamet erken kopmazsa, hem dünya hem de ahiret mutluluğunu kazandıracaktır. Ölümü ebedî bir yok oluştan çıkaracaktır. Şunu bilmeliyiz ki, Kur’ân medeniyeti huzur içinde hayatı, huzur içinde ölümü ve ebedî olarak mutlu olmayı amaçlamaktadır.

İnsanlığın yaşadığı medeniyet buhranı, çağın sorunlarını iliklerine kadar hisseden Bediüzzaman’ın Kur’ân medeniyeti yorumuyla aşılacaktır. Onun ortaya koyduğu bu İslâm medeniyeti tezi ilim, irfan, hikmet ve san′at bağlamında krizin aşılmasında kilit rol oynayacaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*