AB kapısındaki Türkiye´nin manevî projeleri

AB ile ABD’nin “yeşil kuşak” üzerindeki gizli kapışması, bizi AB’ye bir adım daha yaklaştırmışa benziyor. Hatta bazı kalemlere göre müzâkere tarihi kesinleşti bile… İşin o cihetinden ziyâde; farklı bir dine, kültüre, hayatı algılama biçimine sahip Türkiye’nin AB’ye gelirken hangi kimliği göstereceği ve “öz kimliğinin” gereklerine sahip olup-olmadığını mütâlaa etmek istiyoruz. Gerçi bu hükümet, Tansu Çiller kadar bile AB önünde “öz kimliğini” seslendirmese bile, bazı hakikatlerden kurtulması da mümkün değil.

Bugünkü Avrupa Topluluğu, Müslüman Türkleri, kırk küsûr sene önce “misafir işçi” olarak davet ettiği ve bugün çoluk çocuğuyla sayısı iki buçuk milyonu bulan buradaki Türklerle tanıyor. Hazırlıksız, eğitimsiz ve başıboş olarak buraya gönderilmiş, burada da ne kendilerine ve ne de çocuklarına sahip çıkılmamış Türklerin ortaya koyduğu manzara fevkalâde aleyhimize… Toplumun düzenini bozan; uyuşturucu, beyaz kadın ticâreti ve adam öldürme işlerine karışan buradaki insanımızın çocuklarının “gençlik hapishânelerinin” yüzde yetmiş seksenini doldurması hiçbir Türk’ün de kabullenemeyeceği bir tablo…

Bild, Express, Hürriyet ve Milliyet gibi gazetelerin de yardımıyla, kamuoyunda Türklerin aleyhinde bir hava, cemiyette hakim olduğunu kimse saklayamaz. Bu hava 11 Eylül sonrası havası değil… Uzun senelerden beri sistematik olarak takip edilen stratejilerle meydana gelmiş bu havadan, hariciyemizin de payının olduğu kanaatindeyiz. Türkiye’nin AB’ye girme isteği karşısında “tavır birliğine” girmiş bir Batı dünyasına göre; Türkiye Asyalı veya bin senelik tarihî kimliğinden tamamen soyunarak bu birliğe alınmalıdır. Mustafa Kemal’in başlattığı reformların aynen devam ettirilmesi, Avrupa’daki hazcılığa gelen serbestinin, Anadoluya benimsetilmesi ve Türkiye’nin “İslâm karşıtı” yeni kimliğiyle Arap ülkeleri için iyi bir örnek teşkil edeceğini savunan bu ikinci Avrupalılar, geleneksel Türk ailesini terbiye sadedinde Berlin’de “Altın ayı” ödülünü, “bozuk Türklere” verdiler. Amerikalı bir kısım politikacı ve yazarlarca da desteklenen “dinî değerleri tahrip” komitelerinin seslendirdiği bu fikre,—saltanatlarının ellerinden gideceği korkusuna rağmen—bir kısım Selânikliler hanedanı mensubu da katılıyor. Bu ikinci Avrupalılar, Avrupa Kiliseler Birliğine karşı mücadelede yardımcı bir “Türk unsuru”nu yanlarında görmek istediklerinden, tam Kemalist bir Türkiye’ye AB’nin ihtiyacı olduğu kanaatindeler.

Bir başka “Batı dünyası” ise bu hususta mütehayyir. Hatta orada da farklı iki görüş var: Geleneksel Avrupalılar veya AB kriterlerini geleneksel değerleriyle karıştıran, bilgilen- memiş, tarihî önyargılara takılmış Avrupalılar Türkiye’nin AB’ye girmesine sıcak bakmıyorlar. Devlet olarak yanımızda kalsın, fakat içimize girmesinler, diyorlar. Bilhassa Hıristiyan demokrat partilerindeki geleneksel çizgi bu düşünceyi seslendiriyor.

Diğer Görüş ise Birinci Avrupa’nın görüşü… Dünyadaki dengelerin getirdiği zarûret. “Doğru İslâm değerlerinin” Avrupa’ya katkısı ve küçülen dünyanın Avrupa’yı mecbur bıraktığı “adaletli dünya barışı” Türkiye’nin AB’ye girmesini adeta şart koşuyor. Kandahar ve Bağdat haramîlerinin İslâm âleminin teröre yataklık ettiği iddiası bu birinci Avrupa’yı fevkalâde ürkütüyor. Hakk ve hürriyetlerin inkişaf ettiği şu dünyada, göz göre göre sömürge ve talana müsaade edilmeyeceğine inanan birinci Avrupa, Türkiye’yi daha önceden yanına çekmediğine hayıflanıyor. Geri zekâlı bazı Hıristiyan demokratların Türkiye’nin AB’ye getireceği malî yükün rakamlarla teşhirine stratejik uzmanlar adeta gülüyorlar. Zîra Avrupa’nın karşılaştığı felâketler bu yükün yanında devede kulak kalır diyorlar. Menfa-atlerin paylaşılarak daha sağlam ve güzel işbirliklerine gidileceğini söyleyen AB komiserlerinin gözü Ortaasya ve Ortadoğu pazarlarında… Coğrafî olarak da bunun hakları olduğuna inanıyorlar. Bu güzel tablo içinde Verheugen’in de dediği gibi Türkiye’nin AB’nin yanında olması gerekiyor. Ortadoğu barışının da ancak AB desteğiyle sağlanacağını iddia edenlerin tezi de bu…

Yukarda ifadeye çalıştığımız düşünceler, yakın zaman içinde oluşan ve gelişen fikirlerdi. Türkiye’nin 2005’te müzakere tarihinde gösterdiği ısrar ve şartların da bu istikamette olgunlaşması, hem AB içinde, hem de Türkiye’de bir telâşı doğurmuş durumda… Türkiye’nin telâşı fazla olmamakla birlikte, mâlum komita diktatörlüğünden demokrasiye geçişin sancıları pek hafif olmayacak gibi. Arkasını—şimdilik—ABD ve AB’ye dayamış bir hükümete karşı “gelenekçi güçlerin” ses çıkarmaları da ürkek Ankara hükümetini daha da ürkütüyor. Gerçi, onlar açısından tabu sayılabilinecek alanlara girme-mişler de olsa, demokrasinin ayak seslerini—işin içinde bir tuzak yoksa—çok yakından geldiği bir vakıa.

Dünyadaki süratli değişmeler müzakere tarihinden giriş tarihine kadar AB’nin yapısını bile değiştirecek hâdiselerin olacağını akla yakın gösteriyor. Bugün yapılan hesapların gelecek zamanlarda rafa kalktığının sık sık gördüğümüzden, yeni bir dünya ile yakınlaşacak olan Türkiye’nin yapısındaki hukukî ve demokratik meselelerin yanısıra; Anadolu insanının sosyal hayatını yakından ilgilendiren “manevî projelerin” de sözkonusu olup olmadığına devam edelim…

Türkiye’ye, AB’ye maddî bir yük olacağına inandıklarından karşı çıkan buradaki bazı insanlar görünüşe göre haksız da değillerdir. Sosyalamt’ın (Sosyal müdürlük) önünde el açan buradaki Türklerin çizdiği bir tablo var. Bir iş yerinde çalışma veya serbest teşebbüsü bırakıp, düşkünler için hazırlanmış fona yönelenlerin durumu buradaki Almanları tedirgin ediyor. Gerçi buradaki Türklerin Alman ekonomisine kazandırdıkları ile işsizlik veya Sosyalamt’tan aldıkları karşılaştırıldığında devede kulak bile kalmaz… Türkiye’de her ne kadar devlet sosyal olmaktan uzak ise de, toplumun iç dinamikleriyle kurduğu ‘sosyal sistemin’ buradaki Sosyalamt’tan daha kuvvetli ve geçerli olduğunu Avrupalılar nereden bilsinler ki… Köklerini Kur’ân’da bulan bu “maddî mânevî yardımlaşma ve dayanışma”yı devletimiz projelendirip AB’nin malî komiserlerine sunmuş olsaydı, bizi kapıda dilenci konumunda gören Avrupalıların bakış açıları değişirdi…

Avrupa’da okul öncesi eğitimin umumiyetle kiliselere bırakıldığını biliyoruz. Hatta temel eğitimin bir çok kurumu da kiliselerin elinde. Kilise, on dört yaşına kadar hem okulda, hem de kendi binalarında öğrencilere dini öğretip tatbikatını yaptırıyor. Bu noktada Türkiye önceliklerini projelendirmelidir. İkinci Avrupa ile bizdeki Kemalistlerin arzuladığı “dinsiz bir toplum”un hem Türkiye’de, hem de AB’de büyük kaosa sebep olacağı bizdeki yetkili bakan ve uzmanlarca meslektaşlarına anlatılması gerekiyor. İçindeki bir avuç Türk gencini “materyalist ahlâk”la terbiye edemeyen ve onları hapishanelere dolduran Almanya’nın hâli ortada iken, dinsiz bir eğitimden bahsetmek, her iki toplum için felâketten bahsetmekten farksızdır. Dinsizlik karşısında Avrupa gençliğiyle Müslüman Türk gençliğinin farkını bilemeyen AB’li yetkililere bizim diyanet, adalet ve aileden sorumlu yetkililerimizin bilgi vermeleri şarttır. Bediüzzaman Hazretleri bir Hıristiyanın din karşısındaki konumunun süt veya yoğurta, Müslümanın durumunu ise tereyağına benzetiyor. Birincileri bozulsalar da kullanılabilirler, fakat tereyağı zehir olur atılması gerekir, der. Yani, bir Avrupalı genç Hıristiyanlıktan çıksa ve hatta Hazret-i İsa’yı (a.s.) hiç tanımasa da kültüründen, gelenek ve çevreden alacağı değerlerle kendisini kımsen muhafaza edebilir. İslâmiyeti terk eden bir Müslümanın ruhunda artık iyiliği ve güzelliği kabul edecek bir yer kalmaz. Anarşist olur. Almanya’daki Türk ve Fransa’daki Kuzey Afrikalı gençliğin durumu bu hususun pratiğini gösteriyor. Dinî terbiyenin AB’ye getireceği maddî ve mânevî faydayı inşallah başta diyanetimiz olmak üzere yetkililerimiz projelendirmişlerdir. AB’deki hakikî Hıristiyan ve ilim adamları bizden bunu bekliyorlar.

Avrupa Kiliseler Birliğine paralel olarak Türkiye’nin de “Diyanet işlerini” biraz daha sivil bir zemine çekeceği muhakkak. İkinci Avrupa’nın Newyork’tan başlayarak ta Jakarta’ya kadar dinini yaşayan Müslümanlara potansiyel terörist muamelesi yapmaya kalkıştığı bir zamanda, Türkiye Diyanetinin veya hükümetinin geri adım atması; hem Avrupa’yı ve hem de İslâm âlemini tehlikeye atar. Başta eşcinsellik olmak üzere, fuhşa, çılgın tüketime, uyuşturucu ve beyaz kadın ticâretine küresel olarak destek veren bu insanlık düşmanlarına karşı, Avrupa’ya da örnek teşkil edecek projeler hazırlamak vazifemiz olsa gerek. Bin beş yüz senelik İslâm pratiğini dışlayarak “Türkiye modeli” safsatasıyla bizi kandırmaya çalışan “İkinci Avrupa”ya karşı müteyakkız olmayan kaybeder. Zira devir ilim ve hürriyetin hâkim olmaya başladığı devirdir.

Devletin veya hükümetin Hıristiyanlık dünyasını tam okuyamadığı kanaatini taşıyoruz. Bilhassa uzaktan kumandalı Türkiye medyasındaki İsevî resimleri gördüğümüzde; gelenekçi, bağnaz, cahil ve Türkiye’nin menfaatine muhalif bir ruhun TV ekranlarında şeytan gibi sıçrayıp durduğuna şahit oluyoruz. Doğru olmayan, bazıları tahrike dayalı veya AB karşıtlarının teşvikiyle piyasaya sürülen “misyonerlik” faaliyetleri ve Hıristiyanlık düşmanlığında, yerli münafıklarla Newyorklu dinozorların da kokusunu seziyoruz. Türkiye hükümeti, Müslüman-Hıristiyan münasebetlerini ilmî bir düzeyde temsil edecek şekilde projelendirmelidir. Bu çizgi veya Tevhîde giden barış çizgisi aynı zamanda diğer İslâm milletlerince de hüsnü kabul görecektir.

AKP hükümetinin yukarıffda zikretmeye çalıştığımız projelerle alâkalı bir çalışması bugüne kadar medyada uç vermiş değil. Baştan beri “mânevî meselelerde” gayet ürkek bir tavır sergileyen iktidarın bu hususta maalesef bize güven vermediği de bir vakıa… Gerginliğe meydan vermemek, paşalarla iyi geçinmek ve Newyorklularla ters düşmemek gayretleriyle şu ana kadar yapılan çalışmaların AB yolunda bize ufuk açacağını kimse söyleyemez. AB süreci diyerek Avrupa’nın üzerimize akmamış pisliğini de akıttıktan sonra, Avrupa Birliğine girememiş bir iktidarın düçâr olabileceği fecaati düşünmek bile istemiyoruz. İnsiyatifi olmayan, rizikodan kaçan veya “gelenekçi güçlerle” yüzleşmekten çekinen bir hükümetin de bu yolda başarılı olabileceğinde şüphemiz var. Zîra milletin ekseriyetini arkasına almış bir iktidarın hiçbir bahanesi olamaz. Tarihe “dini ve ahlâkı rüşvet vermiş” olarak geçmektense, sine-i millet onlar için cennet bahçesi sayılmalıdır, kanaatindeyiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*