AB süreci, Asya için de büyük fırsat

Image
Rİsâle-İ Nur Enstitüsü tarafından Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vefatının 48. yıldönümü münasebetiyle tertiplenen “Meşrutiyetin 100. yılında Türkiye’nin Demokrasi Serüveni” başlıklı panel, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayında önceki gün gerçekleştirildi. Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın açılış konuşmasıyla başlayan paneli Avukat Kadir Akbaş yönetti. Panele Prof. Dr. Atilla Yayla, Prof. Dr. Doğu Ergil, Prof. Dr. Mehmet Altan, Dr. Cengiz Aktar ve gazetemiz Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz konuşmacı olarak katıldı.

Avukat Kadir Akbaş, demokrasi serüvenimizin 100. yılında bilim adamlarının bile, bilimsel görüşlerinden dolayı üniversitedeki görevlerinden el çektirilerek hapis cezalarıyla sindirilmek istendiğine dikkat çekerek, şunları kaydetti: “Said Nursî asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla hiç kimsenin vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mesul olamayacağını ifade eder. Açıkça şiddete çağrı içermediği sürece eksiksiz bir fikir özgürlüğünden yanadır. Said Nursî Kur’ân’dan aldığı adalet dersiyle hiçbir mülâhazanın insan hayatını, insan hakla

GÜNDEM YÜZ YIL ÖNCESİYLE AYNI

Panelin ilk konuşmacısı olan Prof. Dr. Mehmet Altan, 1908 gündemiyle 2008 gündemi arasında bir benzerlik olduğuna dikkat çekti. Aradan geçen 100 yıla rağmen en önemli maddemizin gene bir sivil anayasa olduğuna işaret eden Prof. Dr. Altan, “100 yıllık perspektif içinde bir değerlendirme yapıldığında, aslında en önemli sebebin şu olduğunu görüyoruz: Buralarda kuvvet kanunda olmuyor. Kuvvet hep kanunun dışında bir yerlerde” dedi. Yeryüzünde kanun, hukuk dediğimiz hadiseyi toplumsal çatışmaların doğurduğunu ifade eden Prof. Dr. Altan, insanlığın tarih boyunca çeşitli süreçlerden geçerek, hukuk manzumesini meydana getirdiğini kaydetti. Altan, hukukun aynı tıp bilimi gibi insanlığa hizmet eden bir bilim olduğunu belirterek, “Hukuk, insanların insanlarla, insanların toplumla, insanların devletle ilişkilerini bir vicdanî adaletin tartısında şekillendirmiş, netleştirmiş ve kesin kurallara bağlamış. Din hukukun çok önemli kaynaklarından biridir. Ama tek başına tabiî ki hukuk değildir. Yaptırımları farklıdır.”

Altan, Türkiye’nin yüz yıllık süreç içinde bocalayıp durduğunu, gücün gerçekten hukukta olduğu bir Türkiye’nin var edilemediğini vurgulayarak, “Bunun değişim sürecini yaşıyoruz; istediğimiz kadar hızlı olmasa da istediğimiz noktada olmasa da. Bizim gibi düşünmeyen, bizden farklı olan, bir şekilde aynı kültürden gelmeyen hatta muarız olan muhalif olan karşıt olanlara bir noktada bir konsensüsü, bir beraberliği, bir bir arada bulunmayı sağlayan tek şey gene o evrensel hukuk. İnsanların bir şekilde temel hak ve özgürlüklerinin içinde inanç ve vicdan özgürlükleri de var. Bu özgürlüklerin de bir şekilde güvencesi hukuk” diye konuştu.

Türkiye’nin din ve vicdan hürriyetine hukuk üzerinden bakması gerektiğini gerektiğini ifade eden Altan, “Bunu yapabilmesi kendi sosyo-kültürel yapısına, inancına şaibeli bakmayan bir devlet algısı, bir toplum algısı ve bir demokratik özgürlük anlayışının geçerli olmasıyla mümkün. Bunu doğuracak şey tabiî ki Tükiye’nin çok hızlı bir şekilde dünyalaşması gerekiyor. Bugün Türkiye’nin normalleşmesini sağlayacak unsurlar nelerdir? Bir tanesi bir Müslüman toplumunda demokrat, insan haklarına saygılı, din kurallarını işleten bir anlayış. Bir demokratik anlayışın laikliği de içeren bir şekilde cumhuriyeti sarmasıdır. Bunun önündeki engellerden birisi Kürt sorunu. Bugün bunun gene çözümünü sağlayamayan bir statükonun varlığını görüyoruz. İnsanı ve insanın temel hak ve özgürlüklerini yönetmeyi esas olarak almış bir zihniyetin buralarda yaygınlığının ve yerleşmesinin mümkün olabildiğini görebildikçe statükonun daha arttığını daha alevlendiğini daha bir şekilde celâllendiğini görüyoruz.”

AB’nin, temel haklar şartı diye 2000 yılında kabul ettiği devletle bireyin ilişkisini en ileri noktada bir hukuksal anlayışla nasıl olması gerektiğini bize anlatan bir metni kabul ettiğini hatırlatan Altan “Türkiye’de her türlü özgürlüğün garanti altına almanın tek yolu evrensel hukuk üstünden bunu sağlamasıdır” dedi. Cumhuriyeti bir tek parti anlayışına indirgemenin yanlışlığına işaret eden Altan, bunun sonucu olarak laik-şeriat ikileminin yaşandığını söyledi. Altan, laik şeriat-ikileminin tuzağına düşmeden insanların özgürlüklerini garanti altına alacaklarını formülün ise “cumhuriyetin demokratikleştirilmesi” olduğunu kaydetti.

BEDİÜZZAMAN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNİN ÖNCÜSÜDÜR

Gazetemiz Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz, meşrutiyetin neye tekabül ettiğinin okullarda yeterince anlatılmadığını, verilen bilgilerin de daha çok Osmanlı’yı kötüleme bağlamında anlatılan kuru bilgilerden ibaret olduğuna dikkat çekti. Okullarımızda zorunlu olarak okutulan inkılâp tarihi dersleri bulunduğuna dikkat çeken Güleçyüz, “Ama demokrasi tarihi dersi yoktur. Bu zaten başlı başına eğitim sistemimizin ne kadar demokrasiden uzak bir yapıya oturtulduğunu gösteren en çarpıcı örnektir” dedi. Güleçyüz, Bediüzzaman’ın yeni gelinen çağda, “Kuvvetin yerini hak, akıl, marifet, bilgi ve kamuoyu almıştır” dediğini aktararak şöyle devam etti: “Yeni dönemde devleti idare etmek için eski dönemden farklı olarak kalbi millet hükmünde olan bir meclis-i mebusanın, fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şeriyenin ve medeniyetin kılıcı ve kuvveti mesabesinde bulunan fikir hürriyetinin artık geçerli olduğunu söylüyordu. 100 yıl sonra geldiğimiz aşamada bu hakikat ve bu değerlendirmeler çok daha fazla geçerli. Bediüzzaman meşrutiyete daha sonraki aşamalarda cumhuriyet ve demokrasi olarak daha ileri tekamül ederek gelişen bir sürecin aşamalarından birisi olarak bakıyor. Hatta ‘Meşrutiyet ki; adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir’ şeklinde yaptığı tarifi daha sonra ‘Cumhuriyet ki; adalet ve meşverete kanunda inhisar-ı kuvvettir’ şeklinde güncellemiştir. O itibarla Bediüzzaman’ın bu konuya yaklaşım biçiminde bir çelişki yok ve bir bütünlük arz eden sürecin birbirini tamamlayan aşamalarından bahsetmek var.”

Güleçyüz, Cumhuriyeti 20’li 30’lu 40’lı yıllarda uygulanan bir amansız tek parti zihniyetinin diktası olarak algılayan anlayışın, sandıktan, hiçbir zaman kendisine destek verecek, kendisini destekleyecek bir sonucun çıkamayacağını görmüş olmanın vermiş olduğu ümitsizlik içerisinde olduğunu kaydetti. Güleçyüz, şunları söyledi: “48. vefat yıldönümünde rahmetle bir kez daha andığımız ve bu konuyla ilgili görüşlerinin bir kısmını anlatmaya çalıştığımız Bediüzzaman Said Nursî için klişeleşmiş bir suçlamayı sürekli tekrarlarlar nakarat gibi. Derler ki; ‘Bediüzzaman Cumhuriyet karşıtıydı, Cumhuriyet düşmanıydı.’ Hiç alakası yok. Tam tersine Bediüzzaman yine bu ithamla yargılandığı Eskişehir Mahkemesinde 1935’te mahkeme heyetine ‘dindar bir cumhuriyetçi olduğunu’ gayet açık ve net ifadelerle ve asr-ı saadetten örneklerle ifade edebilmiş bir insandı. Ve meşrutiyetin ilânından, 1960’da son nefesini verdiği ana kadar ortaya koymuş olduğu profille kesintisiz çizgide bize şunu söyleme imkânını veriyor: Bediüzzaman cumhuriyet karşıtı veya düşmanı olmak şöyle dursun; meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi silsilesi içerisinde ifade edilen hürriyet mücadelesinin ve demokratikleşme sürecinin öncüsüdür. Ve bu sürecin sağlıklı zemine oturtulmasının rehberliğini yapmıştır.”

AB sürecimiz 200 yıllık uzun bir yolculuk

Dr. Cengiz Aktar ise, 1908’de yaşanan Meşrutiyet tartışmalarının iyi anlaşılabilmesi için ilk önce 1808’de Sultan II. Mahmut tarafından kabul edilen Sened-i İttifak anlaşmasını iyi tahlil edilmesi gerektiğini kaydetti. Cengiz Aktar, II. Mahmut’un bu anlaşma ile çöküş aşamasındaki bir devlete güç kazandırdığını, bir takım yetkilerini “Ayan” denilen yerel yöneticilerle paylaştığını belirterek, Meşrutiyet’e giden yolun bu şekilde açıldığını ifade etti. Aktar, 3. Selim, 2. Mahmut ve arkadan gelen bütün padişahların dünyadaki yeni dönemi algılayarak, “bir şeyler yapmak gerektiğini gördüklerini” Osmanlı’nın batılılaştırılması düşüncesinin tepeden inme bir değişim anlayışı tamamen devletin bekası için düşünülmüş bir model olduğunu belirterek, bu mânâda 1908 yılında ilân edilen meşrutiyetin ondan önceki yüzyıl boyunca ve özellikle 2. Mahmut’la başlayan sürecin doğal sonucu olduğunu söyledi.

1908’deki Meşrutiyet’in doğal sonuçlarından birisinin ülkemizin içinde bulunduğu AB süreci olduğuna dikkat çeken Aktar şöyle devam etti: “Hukuk ve demokrasinin giderek daha fazla hayatımıza girdiği bir süreçtir. Bunu geriye döndürmeye çalıştığınızda bu geri teper. Çünkü insanlar demokrasiyle, hukukla daha fazla aşina olmuşlardır. Günahıyla, sevabıyla meşrutiyet ayrı. Pek çok günahı var biliyosunuz. Hatta bu günkü ittihatçı geleneğin daha hâlâ ortalıkta olduğunu görüyoruz. Ve kolay kolay geçen bir hastalık değil. Bu gün içinde bulunduğumuz AB süreci belki bu topraklarda yaşayan insanların belki ilk defa kendi kaderlerini tayin etmeleri için böylesine muazzam bir imkanla karşı karşıya kaldıkları bir süreçtir. Çünkü AB süreci ancak toplum bu işe sahip çıkarsa gerçekleşebilecek bir meseledir. Bu anlamda Bediüzzaman’ın bahsettiği ‘Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır’ ifadesi hakikaten çok ilginç bir öngörüdür. Yani bu sürecin Avrupa’da başlayan bu sürecin bu topraklara, bu coğrafyalara hele hele Türkiye üzerinde yayılacak olması çok insanlık adına büyük bir fırsattır. Batılılaşmayı tabiî doğru anlamak lâzım. Batılılaşmak batılı olmak değil, batılı olunur, olunmaz bu bir tercihdir. Ama önemli olan burada batıdan sunulan gelen akan dinamiği doğru kullanmak içerdeki dinamikle harmanlamak ve buralara kalıcı bir istikrar taşıyabilmekitr. Bu dış dinamiğe bizim ihtiyacımız var. Burada gocunulacak bir şey yok. Özellikle 2004 yılından sonra 1908’den gelen problemlerin nasıl alevlendiğini yaşıyoruz. Ben bu mânâda AKP yöneticilerine Allah akıl fikir versin diyorum. AB süreci küçümsenecek bir süreç değildir. Bunu doğru kullanabilmek önemli olan doğru yönetebilmek ve böylelikle bu memleketi hak ettiği ve 200 yıldır hak ettiği başında çok acı çektiği. AB kimilerinin zannettiği gibi 3-5 kişinin aklının erdiği politik bir mevzuu değil. Bu hepimizin meselesi. Zira AB dediğimizde son derece üzerinde çalışılmış damıtılmış bir yaşam tekniği bu. Dış politika meselesi değil. Ama Türkiye’nin sivil toplumunun ne kadar güçsüz olduğunu maalesef biliyoruz. Dolayısyla bu böylesine bir sürece sahip çıkabilmek için toplumun niyeti isteği yeterli değil. Muhakkak hükümetten aynı 2002-2004 döneminde olduğu gibi bir irade gerekiyor. Bu iradenin bir an evvel tekrar bulunmasını temenni ediyorum.”

ImageDindar muhafazakâr kesim devletçiliği bırakmalıdır

Prof. Dr. Atilla Yayla, Türkiye de İslam’ın yabancı bir unsur değil. Toplumsal hayatın ve toplumsal kültürün asli bir öğesi olduğuna dikkat çekerek şunları söyledi:” Eğer biz İslam kültürü içinden hak ve özgürlüklere saygı gösteren siyasi düzenlemeleri teşvik edecek yorumlar geliştiremezsek, bu demokratik bir sistemin bu toplumda kurulması ve kök salması son derece zor olacaktır. O yüzden benim en çok görmek istediğim şey, toplumun her kesiminde olduğu gibi, dindar muhafazakâr kesimde devletçiliğin gerilemesi, azalması, devlete tapma kültürünün yerini yavaş yavaş, insan hak ve özgürlüklerini yüceltme kültürüne bırakmasıdır. Bunu burada rahat söyleyebileceğimi düşünüyorum. Çünkü bu camia, benim bildiğim kadarıyla, muhafazakâr camia içinde bu çizgiye en yakın olan, en çok yatkın olan camiadır. Sizin gibi insanlara çok görev düşüyor. Çünkü dinler en büyük zulmün de, en büyük hoşgörünün de kaynağı olabilmektedir. Herhalde Müslümanlara düşen de İslâmı büyük bir hoşgörü kaynağı olarak yorumlamak, yaşamak ve örnek olmaktır. Eğer bunu yaparlarsa, kendi problemlerinin çözümü kolaylaşacağı gibi, Türkiye’nin de problemlerinin çözümü kolaylaşır diye düşünüyorum.”

ANAYASA, DEMOKRASİ İÇİN YETERLİ DEĞİLDİR

Prof. Dr. Atilla Yayla da, “Demokratik bir anayasaya sahip olmayan hiçbir ülkede demokrasi olamaz. Bir ülkede anayasal bir metnin bulunması da, o ülkede anayasalcılık geleneğine uygun bir yönetimin olduğunu göstermez. Anayasaya sahip olmak ile, anayasal yönetim geleneği arasında ciddi bir fark vardır” dedi.

Güçlü bir demokrasinin bazı şartları bulunduğunu ifade eden Prof. Dr. Yayla, “Bu şartların en başında şu geliyor, bir ülkenin demokratik olabilmesi için, orada anayasal yönetim geleneğine uygun, insan haklarına saygılı ve temel özgürlükleri ciddi bir şekilde koruma altına alan, gerekirse azınlık haklarına ekstra koruma sağlayan hatta azınlıklar için pozitif ayrımcılık yapan, demokratik bir anayasa.”

Yayla, gelişmiş demokrasilerde siyasî iktidarın devleti, bir anayasanın sınırları içinde yönettiğini, hükümetin devlet kurumlarının kanunlarla ve hesap verilirliği kolaylaştıran düzenlemelerle sınırlanmış olandığını, bütün bu şartları sağlayan sisteme demokrasi adının verildiğini kaydetti.

Konuşmasında liberalizm kavramı ve demokrasi kavramı üzerinde duran Prof. Dr. Atilla Yayla şunları kaydetti: “Liberalizm kavramının işaret ettiği şey, özgürlüktür. Özgürlük her şeyden önde gelmektedir. Ve dolayısıyla siyasi yönetim özgürlüklerle sınırlanmalıdır. Bir taraftan özgürlükleri korumakla görevlendirilmelidir.” “Türkiye’deki anayasanın tamir ve ıslahı mümkün değildir. Yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğuna inanıyorum” diyen Prof. Dr. Yayla, “Normal olarak çoğunluk iktidarı, en küçük azınlık olan birey hak ve özgürlüklerinin lehine sınırlanması gereken bir iktidardır. Halbuki bizde çoğunluk iktidarı kerameti kendinden bilip kendi meşruiyetini kendi varlığından alan, bir azınlığın lehine sınırlandırılmak istenmektedir. Bunun kabul edilmesi tabiî ki mümkün değildir. Kabul edildiği rejime de demokrasi adını vermek mümkün değildir” diye konuştu.

SAİD NURSÎ’NİN HUKUKUN GÜCÜ DEMESİ ANLAMLI

Prof. Dr. Doğu Ergil, hukukun, neyi nasıl, elde edeceğimizi, haklarımızın ve sorumluluklarımızın ne olacağına ilişkin, genel geçer ilkeler olduğunu belirterek şunları söyledi:”Hukuk herkes için haklardan oluşuyor. Herkes için var olan, herkesi koruyan, herkese sorumluluk yükleyen ilkelerdir. Ama hukuk değil de kendisi için hak arayan gruplar, bilmezler ki, kendi özgürlükleri ve kendi hakları, başkalarını özgürlükleri ve başkalarını haklarının korunmasıyla mümkün olacaktır. Hukuk buradan doğar. Milliyetçilik biz ve onlar ikilemi üzerine kuruludur. Biz iyiyizdir. Haklıyızdır. Ötekiler iyi değillerdir. Ve haklı da değillerdir. Biraz daha ileriye gidersek onlar bizi tehdit ediyorlardır. Milliyetçilik biz arasında, biz dediğimiz ulus içinde dayanışmayı sağlarken, dışarıda bu olumsuzlukları yüklediğimiz veya yüklenen, toplumun dışından ondan farklı, hatta ona karşı, bir örgütlenmeyi öngörür. Bütün dünyada ulusçuluk ya da milliyetçilik böyle kurulmuştur. Yargıtay gayri Müslimler için yerli yabancılar diyor. Vatandaşınız içni böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirsiniz? Böyle bir hukuk anlayışı olabilirmi? Kendisi için bir hukuk.. o halde hala bir hukuk devleti değil bir kanun devleti olduğumuzu ve kanunu da iktidarı ele geçirenlerin yaptığını gördükten sonra, Said Nursi nin, kanunun gücü değil, hukukun gücü demesinin 100 yıldır anlamlı olmasına şaşırmamak lazım.”
Prof. Dr. Doğu Ergil ise, “Bir üst otoritenin gözetiminde yürütülen anayasal yönetimi biz meşrûtiyet olarak tanımlıyorsak, biz hâlâ bir meşrûtiyet yönetimi tarzıyla idare ediliyoruz demektir. Ama bizim aslında özlediğimiz ve aradığımız demokratik bir cumhuriyet” dedi.

Prof. Dr. Ergil, Türkiye’nin yüzyıldır (1908-2008) özlenen o aşamaya daha varamadığına işaret ederek, mağdur olduğunu söyleyerek iktidar olanların bile kendilerini mağdur eden kanunları değiştirmekten imtina ettiklerine dikkat çekti. “Niye bir türlü demokratikleşemiyoruz?” sorusunu yönelten Prof. Dr. Ergil, bu sorunun cevaplarını şöyle sıraladı: “Bu toplum yavaş ve geç gelişiyor. Şimdi sanayileşmesinin geldiği düzeyi görüyorsunuz. Şu anda 15-24 yaş grubu arasında tam 12 milyon genç var. Bunun yüzde 40’ı yani beş milyonu ne okula gidiyor, ne de iş sahibi. Beş milyon insan ne demek biliyor musunuz? Siz eğitimsiz, umutsuz yani yarını olmayan sadece bugün bedelini bir yük olarak taşıyan, toplumun karşısında bir tür onu mağdur eden sisteme karşı bir düşman. O yüzden onlarla dağlarda savaşıyoruz, kent yeraltlarında mafya biçiminde, kapkaççı biçiminde savaşıyoruz ya da onların cehaletinin türlü tezahürleriyle ne yapacağımızı bilmeden duruyoruz. ”

Türkiye’de birbirini mağdur eden, ötekini kendi hayat tarzı için bir tehlike olarak algılayan iki karşıt kutup bulunduğunu vurgulayan Ergil, şunları kaydetti: “Türkiye’nin bir başka sorunu yönetici elit sorunu. Bakın bu cumhuriyeti bürokratik bir elit kurdu. Gücü, yani toplumu yönlendirme aracı devletti. Rakibi yoktu. Modernleşmeyi kendi anladığı kadarıyla ve kendi istediği oranda gerçekleştirdi. Bu modelleşme geleneksiz hatta toplumsuz bir modernleşmeydi. Geleneğinden koparılmış olan bu anlayış bir türlü Avrupalılaşamadı. Çünkü Avrupa’nın ne ekonomisine sahipti ne de o ekonominin üretmiş olduğu kültürel üst yapıya. Yani demokrasi dahili olan bir siyaset tarzına sahipti. Ne oldu sonunda kendi gelenekleriyle değişen modernleşen bir kesimle karşı karşıya geldi.”

KİMLER TELGRAF GÖNDERDİ?

Panele; Bayındırlık ve İskân Bakanı Faruk Nafiz Özak, Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker, Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu, TBMM Başkanvekili Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, TBMM İdare Amiri Adıyaman Milletvekili Fehmi Hüsrev Kutlu, Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt, İstanbul Milletvekili İdris Güllüce ve Mustafa Ataş, Demokrat Parti Başkanlık Divanı, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, Kâğıthane Belediye Başkanı Fazlı Kılıç, Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Pendik Belediye Başkanı Erol Kaya, Beyoğlu Belediyesi Özel Kalem Müdürü Kemal Genç ve Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu gönderdikleri telgraflarla katıldılar.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*