Ağır yük

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, 23. Lem’a, üçüncü noktada, imanın güzellik ve özelliklerinden ve imanın ne kadar önemli olduğunu bahsetmektedir. Burada ayrıca, imanlı bir kişinin gerektiğinde kâinata bile meydan okuyabileceğini anlatmıştır. Daha sonra da, tevekkül konusundan bahsederek şu şekilde bir cümleyi beyinlerimize adeta nakşediyor; “Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.”

Fakat tevekkül konusunda insanların yanlış yorumlarla doğru yoldan saptıkları, bu suretle adeta Allah’ı suçlar duruma düştüklerini anlattığı bir hikâyeyi aktarıyor; ”Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.” Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tard edecek; ya “Haindir, gemimizi itham ediyor, bizimle istihzâ ediyor. Hapsedilsin” diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla kendini halka müdhike yaptın. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum” dedi.”

Hikâye bu kadar.

Bu yazımda tevekkülün yanında üzerinde durmak istediğim asıl konu; gemiye bırakılan ağır yük nedir, ne olabilir? sorusuna cevap aramak.

Hikâyenin sonunda Üstad Said Nursi; “İşte, ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.” diyerek, ağır yükün ne olduğu hakkındaki sorumuza bazı ipuçları veriyor.

Bu ip uçlarından birisi, kâinatın dilencisi olmak, bir diğeri ise, insanın başına gelen çeşit çeşit (dağlarvari dalgalı) hadiseler, olaylar olmalı.

Peki, kâinatın dilencisi olmak ne demek, kimler kâinatın dilencisi olur?

Biz insanlar, dünyaya gelmemiz, dünyada büyümemiz, yeme içmemiz, yürümemiz, yani idaremiz için her şeye, ama kâinatın içinde bulunan her şeye, muhtacız. Eğer kendi kabiliyetimize, kuvvetimize, aklımıza vs güvenip te kendi idaremizi kendimizin sahip olduğu (elbette görünüşte) yukarıdaki özelliklerimizle yapmaya kalktığımızda ne kadar zorlanacağımız bedihidir. Örnek olarak yalnızca yeme içme olayının gerçekleşmesine baktığımızda bunun ne kadar zor bir iş olduğunu hemen anlayabiliriz. Yeme içme konusunda bizim yaptığımız(görünüşte) lokmayı ağzımıza götürmektir. Ondan sonraki bütün işler (yeme içme işlemlerinin %99’u) bizim irademiz dışında olmaktadır. Bütün bunların olabilmesi için gereken her şeye, kâinatta cari adetullah kanunlarına ihtiyacımız vardır. Onların bizim emrimize verilmesi için, onların Sahibine adeta (lisan-ı halimizle) dilencilik yapıp istemeliyiz.

Sırf yeme içmede böyle olduğuna göre bu dünyadaki bütün işlerimizin sonuçlanması için gereken işlemlerinin yaklaşık tamamı bizim irademiz dışında olmaktadır. Biz eğer bütün bu işleri bütün faaliyetlerin gerçek sahibine bırakmazsak bu ağır yükün altında kalacağımız açıktır.

Yukarıda bahsedilen ağır yükün bir diğeri de, insanın ömrü boyunca yaşadığı hadiseler idi. Peki, yaşanan her hadise insan için bir ağır yük müdür? Elbette değildir. Ağır yük olarak, ancak insana, ahirete ait şikâyetler ile dünya hayatına ait stres ve sıkıntı oluşturacak olaylar olabilir.

Ağır yükün açıklandığı başka bir yer de, Mektubat mecmuasında, 20. Mektubun 4. Kelimesi olan ‘Lehül Mülk’tür. Burada; “Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin. Öyleyse, beyhude ıztıraba düşüp azap çekme. Mülk başkasınındır. O Mâlik hem Kadîrdir, hem Rahîmdir. Kudretine istinad et; rahmetini itham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul.”

Alıntıladığımız bu paragrafta hem ağır yükün ne olduğu hem de bu ağır yükten nasıl kurtulacağımızın yolunu bizlere açıklıyor. Bu konuda bahsedilen ağır yük; insanın kendini idare etmesi/edebilmesi, başına gelen her çeşit belalardan dolayı çekilen ıztırablar olduğu anlaşılıyor. Bu ağır yükten kurtulmak, yani, kendimizi(vücudumuzun her ihtiyacını) muhafaza etmek ve belalardan dolayı gelebilecek ıztırabların üzüntüsünden azaltmak ve onun idaresi için gerekenlerin yerine getirilmesini Malik ve Kadir olan Allah’a bırakmakla olacağını söylüyor.

Yine aynı yerde Üstad Said Nursi, tevekkül ederek, “Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet etmede ve rahatla dünyadan geçerek, berzahta istirahat edeceğini” söylüyor. Bu şekilde yapmadığı taktirde, yani tevekkül etmediği ve ağırlıklarını yed-i Kudrete teslim etmediği taktirde, “dünyanın ağırlıkları, (kişinin) uçmasına değil, belki (onu) esfel-i sâfilîne çekeceğini” söylüyor..

O halde, Cenab-ı Allah’a itimat etmemiz gerekiyor. Çünkü “O, bizi aç bırakmaz. O(bizi yaşatıp, yaşamamıza gerekli her şeyi temin etmek, etmemizi sağlamak), onun vazifesidir. Hem biz, âciz ve fakiriz; her yerde kendimizi beslettiremeyiz.”

Baştan beri bahsedilen ağır yükün; İnsanın kendine güvenip her işini kendisi halletmesi için uğraşması, hayatının devamı için gerekli ihtiyaçlar için hırsla çalışması ve insanın acz, fakr ve zafiyetine karşı; hayatın buna mukabil zorlu ve çileli şartlarını tanımlayan her şey olduğu anlaşılıyor.

Bu teorimizi teyid edici olarak, ağır yükten, 9.söz, 5.nüktede, hayatın tekâlifi tamlamasıyla bahsedilmiştir; “İnsan fıtraten gayet zayıftır; hâlbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir; hâlbuki belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir; hâlbuki ihtiyacâtı pek ziyâdedir. Hem tenbel ve iktidarsızdır; hâlbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem, insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir; hâlbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zevâl ve firâkı mütemâdiyen onu incitiyor. Hem, akıl ona yüksek maksadlar ve bâkî meyveler gösteriyor; hâlbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.”

Bu paragrafta ağır yükün çok farklı bir yönünü görmekteyiz. İnsanın akıllı olması!

İnsan aklı dolayısıyla yüksek amaçlar ve maksatları hayal edip, sonunda Cennet meyvelerini elde edebilmeyi, onlara ulaşmayı düşünüyor. Fakat dünyevi olarak, elinin ve ömrünün kısalığı ve sabırsız oluşu ve kuvvetinin ve iktidarının onlara ulaşamayacak seviyede olmasıyla, o hayalleri, dolayısıyla o hayalleri düşünen aklı, onun için ağır yük oluyor. Bu ağır yükten kurtulmanın çaresi, ahirete ait emellerinin gerçekleşmesi, Allah’a ve ahiret gününün geleceğine inanmaktan geçmektedir.
Ağır yükün başka bir anlamını da, 28. Lem’ada görmekteyiz; “Gurur ve kibirde öyle bir ağır yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, daima azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevazuda ve terk-i enâniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.”

Gurur ve kibirde bulunan bu ağır yük dolayısıyla insan, herkesten ilgi ve hürmet beklediğinden ve bunu da istediği gibi elde edemeyeceği için bu yükün altında ezilecektir. Bu yükün altından kalkabilmek için tevazu içinde davranmak gerekmektedir.

Allah, kişiye “..en küçük ve hakir bir dairede, insanın elinin yetişebilecek kadar insana bir ihtiyar vermiştir.”  Onun içindir ki, kişi elinin yetişemediği şeyler için (yani başındaki ağır yükler için)bu acizliği ve fakirliği ile Rabbi’ne dayanıp O’ndan yardım istemeli ve “La havle vela kuvvete illa billa”  demelidir.

Her şeyin sahibi ve her şeyi idare eden bir Rabb’e inanan kişi, O’na şartsız teslim olması gerekir. Bunun sonucunda da kişi, üzerine düşeni yaptıktan sonra sonucu Allah’a, O Rabb’e bırakmalı. Yani, ağırlığı altında ezildiği dünya yük ve eziyetlerini O’na havale edip O’na sığınmalı.

Bunu yapan kişiye Allah, dünya ve ahiretin saadet kapılarını açacak ve kişi, rızık ve geçim konusunda hiçbir endişeye gerek olmadığını anlayacaktır.

Hâsılı, o ağır yük, hayatın yüküdür. Ehl-i dünya bunu tam hisseder, ehl-i iman ise o yükü fazla bilmez. Çünkü mü’min ve Müslüman bir kişi,“Allah’a abd ve hizmetkâr olur. Bu da, her şey Allah’ın mülkü ve malı olduğuna iman ve izan ile olur.”

Dipnotlar:
1- 23. Lem’a, üçüncü nokta
2- 29. Lem’a
3- Mesnevi-i Nuriye, Zeylül Hubab

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*