Alim şahsiyetlerin Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar hakkındaki düşünceleri

İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ndeki hocalarımız hem ilmî alandaki yüksek dereceleri hem de öğrencilerle olan iletişimleri kuvvetli olan çok değerli şahsiyetlerdir.

Enstitü’de farklı dini anlayıştaki gruplardan öğrenciler eğitim görmekteydiler. Ancak bu farklılığa rağmen, İslâm’ın çatısı altında birliktelik mevcuttu. Hocalarımızda bütün öğrencilere eşit davranmalarının yanında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne derin bir saygı ve hürmet duymaktaydılar.

Hadis Hocamız Ali Özek Bey 1951-1957 tarihleri arasında Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi’nde lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamlayan âlim bir zâttır. 1963 Yılında da Enstitü’de, bizlere Hadis dersleri vermekteydi. 1960’lı Yıllarda Risale-i Nurlar hakkındaki mahkemeler devam etmekteydi. Hatta mahkemeleri tamamlanan ve basımı serbest bırakılan Risaleler matbaada basılırken, ilgili mahkeme kararı bazen kitabın giriş tarafına bazen de son bölümüne eklenirdi. Böylece Risaleleri satın almanın, okumanın, dağıtımının, yayınının vb. yasal olduğu belirtilmiş olurdu. Elbette mahkemelerde bu kararları, o dönemde “Ehl-i Vukuf”, bugün ise “Bilirkişi” olarak tabir edilen kişilere ilmi açıdan danıştıktan sonra vermekteydiler. Değerli Hocamız Ali Özek Bey’de, mahkeme tarafından Risale-i Nurlar hakkında ehl-i vukuf olarak tayin edilmişti. Hocamız Risale-i Nurlar’ı incelemesi gerektiğini bana söylemişti ve benden Risaleleri istemişti. Bende kendisine tabiki veririm Hocam demiştim. Bununla birlikte Hocamıza, Risaleleri tek tek veya hepsini (bütün Külliyatı) tek seferde mi vermeli miyim diye Mehmet Kutlular Ağabeye danışmıştım. Kutlular Ağabey’de bana “tek tek vermek daha doğru olur Ömer kardeş” diye cevap vermişti. Ben de bunun üzerine Hocamız incelemesini tamamladıkça bir Risaleyi daha kendisine veriyordum.

Bir gün yine Hocamıza Risale vermeye birkaç arkadaşımla birlikte gitmiştim. Hocamız odasında bizleri misafir etti ve sohbete başladı: “Gençler, ben El-Ezher Üniversitesi’nde öğrenci iken, Mısır’da Osmanlı Devleti’nin son Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi ile görüşmüştüm. Mustafa Sabri Efendi ile sohbetimizin sonunda, Üstad Bediüzzaman Said Nursî vatanı terk etmedi. Bizler ise Osmanlı yıkılınca vatanı terk-i diyar eyledik ve buralara (Mısır’a) geldik. İslâm’a hizmetin merkezi Anadolu’dur. Bütün baskı ve sürgünlere rağmen Said Nursî memlekette kalıp mücadeleye devam ederek doğru olanı yaptı. Said Nursî Hazretleri’ne selâmımı söyle” demişti. Ali Özek Hocamız da Bediüzzaman’la 1953 yılında görüştüğünü, ellerini öptüğünü ve Mustafa Sabri Efendi’nin selâmını ilettiğini bizlere anlatmıştı. Bizlerde bu sohbetin ardından, Enstitü’deki Nur Talebeleri olarak çok sevdiğimiz Hocamız Ali Özek Bey’e daha da derin bir hürmet göstermeye başlamıştık. Ve bir müddet daha Hocamıza Risaleleri vermeye devam etmiştim.

Hocamız Mahiz İz Bey, Medine ve Ankara Kadılığı görevlerini yapan Seyyid İsmail Abdülhalim Efendi’nin oğludur. Babasının görevinden dolayı farklı şehirlerdeki okullarda eğitimini tamamlayan Mahir İz Hocamız 1916 yılında Türkçe öğretmeni olarak çalışma hayatına başlamıştır. Öğretmenliği esnasında TBMM’de Zabıt Kâtipliği görevini de bir süre yapmıştır. Sonraki yıllarda da tahsil hayatına devam eden Hocamız, Mehmet Âkif Ersoy ve Ferit Kam gibi dönemin ileri gelenlerinden istifade etme imkânını bulmuştur. Dolayısıyla Mahir İz Bey, Osmanlı Devleti’nin son döneminin yetiştirdiği âlim şahsiyetlerdendir. Hocamız, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde 1966 yılında Tasavvuf dersimize girmekteydi. Kendisi, bizlerle hem derslerde hem de ders dışı zamanlarda ilgilenirdi.

Bir gün derste iken Hocamız bizlerle konuşarak şöyle bir ödev vermişti: “Çocuklar size bir soru soracağım, üç ay boyunca İstanbul’daki bütün hocalardan soracaksınız. Cevabı bulursanız bana getirirsiniz” demişti.

Hocamızın sorusu şu idi: “Koskoca Yakup Peygamber, oğlu Yusuf için neden ağlaya ağlaya gözü görmez olmuş? Gözü kör olana kadar ağlamak yakışır mı bir Peygambere?” Elbette dersimiz Tasavvuf olunca, konu da aşktı. Yani Hz. Yakup’un gözleri, Hz. Yusuf’un aşkından ağlaya ağlaya kör olmuş. Mahir İz Hocamız, bize üç ay süre vererek bu sorunun cevabını vermemizi istemişti. Ancak ben üç ay bekleyemedim. Hocamızın sorusu üzerine hemen parmak kaldırıp söz istedim. Bununla birlikte Hocamız, bana buyur seni dinliyoruz dedi.

Bende sorunun cevabını vermeye başladım: “Hocam, Hz. Yakup’un, Hz. Yusuf’a olan sevgisi aşk değildir. Şefkattir. Aşk karşılık ister. Fakat şefkat karşılık istemez” demiştim. Hocamız, bizlerin Nur Talebesi olduğunu biliyordu. Kendisi, bana “Ömer, senin kafana bir Nur geliyor. Bu söylediklerini derinlemesine izah et bakalım” dedi. Bende yanımda oturan sıra arkadaşım Hikmet Öner’e “Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubât isimli kitabını çantadan çıkar. Sekizinci Mektubu bizlere oku öğrenelim” demiştim. Hikmet kardeşimde, Sekizinci Mektubu baştan sona kadar okumuştu. Bende arada bir izahatlarda bulunmaya çalışıyordum. Okuma tamamlanınca, Hocamız “bu soruya cevap verse verse ancak Risale-i Nur cevap verir. İşte sorunun cevabı bu” diyerek bizlere gülümsemişti. Demek ki Mahir İz Hocamızın bizlere üç ay süre vermesi de manidardı. Çünkü İstanbul’daki bütün Hocalara gidip cevap arayınız demişti. Hocamızda sorusuna İstanbul’da cevap verecek kimsenin olmadığını ya da kimin verebileceğini ölçmeye çalışıyordu. Her şey bir tarafa, üç aylık mühlet verilen soruya, bizler Risale-i Nur ile üç dakikada cevap vermiştik. Tasavvuf dersinin devamında Hocamızın tatlı sohbetine karşılık, kendisine bir nazım yazmıştım.

Hocamızdan izin isteyerek yazdığım nazımı kendisine okudum:

Tasavvufta Mahir,
İrfanda İz’sin.
Maharette Üstad,
Sen rehberimizsin.

O dönemde Hocamız Mahir İz gibi büyük âlimlerle, öğrencilerin şakalaşması bu şekilde olmaktaydı. Hocamızdan Tasavvuf’un yanında Osmanlıca dersi de alıyordum. Bir gün bana “Ömer, Osmanlıcaya hangi kitaptan çalışıyorsun” demişti. Bende “Risale-i Nurlar’ın Osmanlıcasını okuyorum, buradan çalışıyorum” diye cevap verince, kendisi de “Bediüzzaman büyük bir âlimdir. Bu yoldan ayrılmayın” diyerek beni daha da teşvik etmişti. Yine o dönemde yetişen Nur Talebeleri, Risale-i Nurlar’ı Osmanlıca okuyarak sohbet yapabiliyorlardı. Bu önemli bir kazanımdı.

Hocamız Ömer Nasuhi Bilmen de bizlerin iki veya üç dersimize girmekteydi. Yine Ömer Nasuhi Bilmen Bey’de Osmanlı Devleti’nin son döneminde yetişen önemli ve büyük ilim adamlarındandır. Kendisi aynı zamanda beşinci Diyanet İşleri Başkanı olarak da görev yapmıştır. Hocamızın Büyük İslâm İlmihali adlı kitabı halen her evin ve kütüphanenin başvuru kaynağıdır. 1966 Yılında Hocamıza devamlı Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar’la ilgili sorular soruyorduk. Kendisi her zaman “Bediüzzaman mükemmel bir ilim adamıdır. Risale-i Nurlar da büyük iman hizmeti yapmaktadır” şeklinde cevaplar verirdi. Bir gün Enstitü’nün koridorunda Hocamız Ömer Nasuhi Bilmen ile birlikte yürüyorduk. İbrahim Ünal kardeşimde bizimle birlikteydi. Kendisine “Hocam, neden Bediüzzaman’ın eserleri, Sizin kitaplarınızdan daha fazla okunuyor” diyerek sormuştuk. Hocamızda, bizlere “evlâdım Bediüzzaman’ın kulağına üfleniyor. Ancak benim kulağıma üfleyen yok” diyerek cevaplamıştı.

Aslında burada belirttiğim bütün hocalarımız, Bediüzzaman Hazretleri’nin ilmi, âlim, sosyal kişiliğinin büyüklüğünü kabul ediyorlardı. O dönemin şartları içerisinde ancak bu kadar konuşabiliyorlardı. Bizlerde öğrenciler olarak, 1960’lı yılların baskı ve takibatlarına rağmen Enstitü’de “Üstad, Bediüzzaman, Said Nursî, Nur, Risale-i Nur, Risale, Nur Talebesi” vb. kavramları hem arkadaşlarımız arasında hem de derslerde Hocalarımızla konuşabiliyorduk. Elbette bu, Risale-i Nurlar’ın vermiş olduğu bereket, cesaret ve kuvvetti. Dolayısıyla ilmi alanda ağırlığı bulunan âlim şahsiyetlerinde onayladığı Risale-i Nurlar’ı, her zamankinden daha fazla okumakta fayda vardır.

Ömer Örtlek

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*