Alnıak ağabeyler

Zaman seli öyle celâlli akıyor ki… Önünde durmak kabil değil… Dalgasına takılan varlık âlemi, ebediyet denizinde kendisini buluyor. Küçük büyük demeden… Zirvelerin dağvarî dalgaları arasından gözden kayboluşu celâlin bir başka boyutu.

Umumî toplantılara iştirak eden başı ve alnı ak ağabeyleri seyrettikçe hüzünle mazi sahrasına düşer, geçmişi halle birlikte yaşamaya kalkışırım. Mümkün mü?

Alnı ak ağabeylerin geçmişi çetin imtihanlarla doludur. Korku ile, tama ile, makam-mansıp ve daha nice çeşitli imtihanlar… Yola koyulanlar binlercedir; alnı ak, yüzü ak ve başı ak olarak sancağı devredenler onlarcayı zor bulur. Elleri başlar üzerinde tutulan o bahtiyarlar, hep kabir taraflarına geçerken mahiyetlerini sevenlerine bildiriyorlar. Bazıları da bir çubuğun arkasına saklıyorlar ulvî âlemlerini. Bayburt’ta cereyan etmiş bir hadise… Ehl-i kalb bir zatın kullandığı çubuk (sigara gibi kullanılır) çevresindeki diğer Hak dostlarının hoşuna gitmez, tenkit ederler. O zat sekeratta iken, tenkit eden arkadaşının kendisini yıkamasını vasiyet eder. Dostu vasiyete uyarak arkadaşının cesedini teneşirde yıkarken, mevtanın kendiliğinden sağa-sola döndüğünü görünce Bayburtlu Hak dostu serzenişini devam ettirir: “Yıllarca bir çubuğun arkasına saklanıp-gizledin kendini… Bize bu yapılır mıydı?”

Etrafımızda Risâle-i Nur’u hayatlarının birinci veya ikinci derecesine oturtanların da çubukları olabilir. Dikkat lâzım. Ehl-i dil, çubuklara takılmayanlara denilir. Yazdığımız belki de bir neslin hikâyesidir. Seyda’nın uçuş günlerine şahit olanların, Zübeyir’in Kirazlı Mescit’teki çorbasından tadanların hikâyesidir. Hapisler, mahkemeler, sürgünler, mahrumiyetler ve dahili dalgalanmaların getirdiği ıztıraplar, bu kuşağın ortak kaderidir.

On iki Mart’ın kocakarı mı, süfyan mı fırtınasına dönüşerek inananları Anadolu’ya serptiği günlerde Tayyar Ağabeyi tanımıştım. Marangoz tezgâhındaki talaşlarla gürül gürül yanan sobanın ısıttığı kırmızı renkli halılı odada, kırmızı kaplı kitaplar arasında ve kırmızı çayların sunulduğu bir evde… İsmi Tayyar, mesleği tayyareciydi… Bediüzzaman Hazretlerinin iltifatına mazhar olmuş tayyareci astsubaylardandı. Yalnız değildi, Malatya’da Mevlüt Polat, Mustafa Erbek, Sıtkı Çoban (merhum), Kemal Özarar (merhum), Önder Toplum ve daha niceleri… “Kahraman askerler” ünvanına lâyık “Nurun Kahramanları”… Tayyareci mavisi pardesülerinin dış ceplerinde Nurun bir lâhika mektubu mesabesindeki gazeteleri. Bizimle oturup çorba içerler, muhabbetleri ve en tatlı anları nuranî mekânlardaki zamanlarıydı. Sofrada günün hikâyeleri anlatılırdı. İşyerinde, yolda esnafla yapılan fikrî teatiler. Verilen kitaplar, davet edilen müştaklar… Başka şeyler konuşulmazdı.

Vakur, nezih, zengin derunî âlemini saklayabilen ve kibar bir insandı Tayyar Ağabey… İmam hatip okullarının kasıtlı olarak “Siyasal İslâmcı” veya “Türkçülere” teslim edildiği günlerde, bazı öğretmenlerin tarafgirane zulümlerine uğrardık. Medenî cesaretiyle Tayyar Ağabey hukukumuzu müdafaa için ta millî eğitim müdürlerine kadar çıkardı. Onlar ne geri adımı tanırlar, ne de tevakkufu bilirlerdi. Daima ileri… Vefalıydı. Bandırma’da görev yaparken söz vermişti: İkinci görev yeri olarak addetmişti Bandırma’daki Kur’ân hizmetlerini. Zübeyir Ağabeye sevgisi çoktu. Onun için Zübeyir Ağabeyin pratiği, istikamet çizgisiydi. Bandırma’dan bizi İstanbul’a uğurlarken, yine gazeteleriyle beraberdi. Nurlara gark olmuş haliyle, onun o günkü duruşu, şu fani âleminde hep mütebessimane duracak. Gerçi teneşirde de tebessüm etmiş. Hayatlarını nura vakfedenlerin simalarında mütemadiyen bitmez, tükenmez bir tebessüm dalgalanır durur.

Bizim neslimiz doğarken, Diyarbakır’da onların dünyasına Risâle-i Nur doğmuş. Mektebi bitirip kıtaya geldikleri günden bugüne kadar… Veya bayrağı Bandırmalılara teslim ettiği güne kadar hep aynı istikamet. Şahitleri o kadar çok ki…

Dedik ya, alnı ak ağabey hür neslin bayrağını tutuyordu. Yalnızca canlarını değil, hayatlarını istikametle Kur’ân’a feda edenlerin sancağı. Koca kara çınarları deviren fırtınalı zamanlarda tam yarım asırlık bir istikamet… Yalnızca lütf-u Rabbanî ve ihsan-ı İlâhî… Yalnızca mahzun ailesini değil, onlarla birlikte Diyarbakır, Eskişehir ve Malatya’daki dâvâ arkadaşlarına taziyeler sunuyoruz. Bandırma, Edincik, Erdek, İnegöl ve Bursa’daki dostlarına başsağlığı diliyoruz.

Onun, gönül huzuruyla kabrin arkasındaki sevdiklerine kavuştuğuna inanıyoruz.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Sukru Agabey’ Pederim Kemal Ozarar(merhum) ingiltere’ ye geldiklerinde yanilmiyorsam 1998 idi, Londra’dan bazi kimseler Almanya ya gidicekti bende gelebilirmiyim dedi Sukru kardasi bir ziyaret etmisim olurum dedi. yanliz gidecek olanlarin istiyaksizligindan (oturmek istememeleri) dolayi olmamisti. Hep beni goturmediler benim Sukru Bulut la olan gecmisim var demis ve cok mutessir olmustu. Dogrusunu isterseniz ben cok hatirlamiyorum, insaallah siz hatirlar bir de merhuma fatiha hediye edersiniz.

ahmet OZARAR için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*