Anlaşılamamazlık

Ülke çapında millet olarak maruz kalınan bugünkü anlaşılamamazlığın bir sebebi de; yaşanan hadiselerle ilgili kafalara takılan, ağızlardan ulu orta dökülen ve çoğu zaman hiç tutmayan sorular ve cevaplardır.
Sorular yanlış sorulunca cevaplar da doğru alınamıyor. Böylece iki yanlıştan bir doğru çıkarmaya çalışanların sayısı arttıkça artıyor, yanlışlar çok doğurgan hale gelip, ortalık yanlıştan geçilmez oluyor.

Geçmişte hiç olmadığı kadar bugün ülkemizde iletişim kopukluğu, anlaşılamamazlık hüküm sürüyor. Fertler arasında, kurum ve kuruluşlar arasında, iktidar ve muhalefet arasında, devlet ve millet arasında, hülâsa her alanda.. Önyargı, yaftalama, etiketleme ve damgalamadan hasıl olan anlaşılmazlık ve iletişim bozukluğu, akıl sahiplerini ve düşünenleri neredeyse çıldırtacak gibi…

Said Nursî Hazretleri’nin 111 sene önce Divan-ı Harb divanında, Mahkeme Reisi’nin pencereden asılanları gösterip korkutmak isteyerek sorduğu sorulara korkusuzca verdiği cevaplara bakınız. Sanki tarih tekerrür ediyor.   O zaman şöyle haykırmıştı o korkusuz Üstad:

“Bu hükûmet zaman-ı istibdatta akla husûmet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt! Zâlimler için de yaşasın Cehennem!”

Üstad Said Nursî, Şark’ta aşiretlere hürriyet ve demokrasinin nasıl bir nimet olduğunu anlatırken, onları istikbale ümitle baktırırken, kendisini anlamakta zorlananlardan yüzünü çevirip, istikbaldeki nesillere hitap etmişti.

O günden bugüne 110 yıl geçmesine rağmen, ona kulak tıkamakta ısrar edenler ve nesiller arasına “anlaşılmazlık” duvarlarını kasten örenler; ördükleri duvarların altında kalacaklar ve iki cihanda bunun hesabını veremeyeceklerdir.

Hazret-i Üstâd’ın, Kur’ân’dan ve Resulullah’tan (asm) hüve hüvesine hayatına yansıttığı ve hayatımıza tevdi ettiği dersleri hayata geçirmekten uzak görünenler arasında, o dersleri okuyanları da gördükçe üzüntümüz kat kat artıyor. Onları Nur’un şahs-ı manevîsine ve “Risale-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar” diyen Üstâd’a şikâyet ediyoruz.

Son yıllarda iki yanlışı bir araya getirerek bir doğru üretmeye çalışmak, bilhassa siyaset alanında çok görülür oldu.

İki farklı oluşumun bir arada, omuz omuza görünmesi, belli bir kitle tarafından ne kadar “doğru” addedildiyse; ayrılmaları ve düşman kesilmeleri de aynı kitle tarafından yine o kadar “doğru” addedildi. Zira bir merkezden dayatmacı soru; farklı her iki vaziyette de, cevabın aynı olmasını sağlayacak şekilde dayatılıyor.

Bir zamanlar bilge bir zat, kasabanın çeşmesinden su içenlerin deli divane olup ortalığa düştüğünü rüyasında görür. Kasabalılara anlatır, kendisi de evinin avlusunda kuyu kazdırıp, su ihtiyacının oradan karşılanmasını ve çeşmeden asla su alınmamasını aile efradına tembih ediyor.

İşin garipliğine bakınız ki; o âlime itimad etmeyip, çeşmeden su içenler, zamanla kendilerini akıllı görüp buna inanmakla yetinmeyip, kuyudan su içmeyenlere “deli” yaftasını yapıştırmışlar.

Gel zaman git zaman, o âlim ve aile efradından başka o çeşmeden su içmeyen kalmamış. Onlar da, kendilerini toplumun “deli” görmesine daha fazla dayanamayıp o çeşmenin suyundan içmişler. Deliler safına katılarak akıllanmışlar. (!)

Böyle gittiği sürece, menfaat ve siyaset çeşmesinden su içmemekte ısrar edenlerin sayısı ne kadar azalsa da, kazananlar onlar olacaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*