“Anne, büyüyünce beyaz olacak mıyım?”

Hayatta aralar vermek zorunda kalırız bazen. Uzun ya da kısa. Bazıları sebepsizdir, bazıları ise sağlam sebeplere dayanır. Ara veririz, ama bazen ara verdiğimiz şeyi her gün o kadar çok özleriz ki, geri dönmeyi hem heyecanla, hem de korkuyla bekleriz. Tıpkı benim bugünü beklediğim gibi.

Sınav dönemi, diğer işler, seyahatler derken, bu kadar uzun bir yazma molası verdiğimin farkına bile varamadım. Farkına vardığımda ise garip bir erteleme süreci başladı. Telefonumda, not defterimde, masaüstümde kayıtlı onlarca yazı başlığı, gözlemler, temalar, her gece yattığımda aklıma gelen giriş cümleleri derken, ertelemeye devam ettim. Ta ki, Kahire’me geri döndüğüm ve beni etkileyebilecek hiçbir dış etkenin olmadığı şu ana kadar.

Yapılanlar, yaşananlar, gezilenler, görülenler, anlatılacaklar… Çok şey birikti. Uzun bir ayrılıktan sonra olsa da, tekrar sizlerle beraber olmaktan mutluydum.

İnsan, ister istemez hafızasında en çok yer edenden başlıyor bilinçsizce. Benimki de, siyahî bir çocuğun annesine sorduğu sorunun içimde açtığı dalgalardan esinlenerek başlayıverdi.

Bir hafta kadar önce, görevli olarak, azınlık konulu bir seminere katılmak üzere Finlandiya’daydım. Alıştığımız Avrupa ülkelerinin yanı sıra; Arjantin, Brezilya ve Uruguay gibi Latin Amerika ülkeleri ile oldukça renkli ve zengin bir toplulukla farklı paylaşım süreçleri yaşadım. Fakat, kendimi biraz daha tanıyacağım, bazı soruları daha iyi cevaplayabileceğim, “öteki”ni bu kadar kolay yok etmiş insanların mevcudiyetiyle bir hafta boyunca tebessüm edebileceğim aklıma gelmezdi.

Seminer süresinde katıldığım bir konuşmada, Finlandiya’nın ünlü tiyatrocularından biri olan ve Kenyalı bir baba ve Finlandiyalı bir annenin oğlu olan Jani Toivola’yı dinlerken, hayatımda yaşadığım birçok an gözlerimin önünden geçti, adeta onları yeniden yaşadım. Geçmişte lokantalara alınmayan siyahîlerin hikâyesinde; dışlanan, farklı gözle bakılan siyahîlerin hikâyesinde; bulunduğu ortamda farklı olan siyahîlerin hikâyesinde, türlü zorlamaya ve ayrımcılığa maruz kalmış siyahîlerin hikâyesinde, her noktada, virgülde, ünlemde, kendime dair bir şeyler gördüm, bir şeyler duydum.

Azınlık olmanın sadece sayıca az değil, sayıca çok olsa bile farklı ve istenmeyen, korkulan, “öteki”leştirilen demek olduğunu gördüm. Kendilerine yolda bir soru sormak isteyen siyah insanlardan utanıp kaçan diğer siyah insanlarda azınlık psikolojisinin farklı bir yansımasını gördüm. Yılmayan, vazgeçmeyen ve cesaretini yitirmeyen siyah insanların arasında, ülkemi temsil eden bir azınlık olduğumu gördüm.

İnsanlar kimsenin inanamadığı hikâyelerini paylaşmaya devam ederken, küçükken annesine “anne büyüyünce beyaz olacak mıyım?” diye sorup duran küçük çocuğun hayali gözlerimden gitmedi. Bir seans esnasında siyah ve beyaz tenli oyuncak bebekler verilen siyahî çocukların hepsinin beyaz olan bebeği seçmesini ve siyah olanı neden seçmediği sorulduğunda “çünkü o kötü, o siyah” demesini hayretle ve dehşetle izledim. Yılmayan, gün geçtikçe daha da cesur olan ve “hak bildiği yoldan ayrılmayanların” haklı zaferi önünde şapka çıkardım. Önyargısız, ayrımcı ve ırkçı davranmayan ve dâhil edici koskoca bir aile oluveren “biz” ile gurur duydum. Bizi ötekileştirmek isteyenlere izin vermemeye o zaman karar verdim işte.

Bavulumu toplayıp, ülkeme doğru yola koyulduğumda ise güçlenmiş, dinlenmiş, zenginleşmiş bir dimağa sahip olduğuma inanamıyordum. Kalbim de en az zihnim kadar diri ve güçlüydü. Hava alanında bana “senin alanda ne işin var” dercesine bakanlara, ben de baktım. Farklı ülkelerden gelen katılımcı topluluğunun yazdığı onlarca notu uçakta okurken, “Ne olursa olsun sakın değişme” diyen koyu Katolik dostumun notuyla gülümsedim. Ben siyahım, ben beyazım, ben Çin’li, ben Alman, ben Uruguay’lı, ben Arabım dedim. Büyüsem de…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*