Arap Baharı ve Risale-i Nur

Hiç kimsenin burnunu kanatmadan Türkiye’yi düze çıkaran Risale-i Nur’un hizmet metoduna Arap dünyasının da şİddetle İhtiyacı var. Bilhassa da Arap baharı adı altında on binlerce cana mal olan çatışmaların cereyan ettiği Libya, Suriye, Mısır ve Yemen gibi ülkelerin…

ARAP BAHARI VE RİSALE-İ NUR

Demek ki, haddizatında hiçbir önemi ve kıymeti olmayan şahsî kusurları kendi dünyamızda çok fazla büyütüp sorun haline getirdiğimiz ve bundan dargınlıklar, hattâ husûmetler ürettiğimiz takdirde, farkında bile olmadan, ittihad-ı İslâm gibi büyük bir ideale zarar vermiş oluyoruz.

Bu, bilhassa ve öncelikle Risâle-i Nur’un birinci derecedeki muhatapları olan Nur Talebelerinin dikkat ve hassasiyet göstermeleri icab eden bir husus. Çünkü Nur Talebesi olmanın gereği, her zaman, her hal ve şartta “büyük düşünmek;” küçük meselelere, gelip geçici dalgalanmalara takılmadan ve o küçük meselelere bina edilmiş tuzaklara düşmeden, ihlâs, istikamet ve sebat üzere, “Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yok” parolasıyla yoluna devam etmektir.

Bu arada, yukarıda Hutbe-i Şamiye’den aktardığımız pasajların, benzer ifadelerle İhlâs Risâlesi’nde de yer aldığını görüyoruz.

Meselâ fabrika örneği orada da veriliyor:

“Nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne takaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye (çalışmaya) şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki (tam tersine) bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine (yaratılış gayelerine) yürürler.” (Lem’alar, s. 392)

Bu pasajda bahsedilen “yaratılış gayesi”ni de bir sonraki paragrafın şu cümlesinde görüyoruz:
“Hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.”
Birinci İhlâs Lem’ası’ndaki şu vurgulu ifadeler de bütün bu mânâları tamamlayıp taçlandırıyor:

“Bütün hissiyatınızla, ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz, yani ihtilâfa düşmeyiniz. ‘Böyle küçük meseleler için kıymettar vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim’ deyip çekilerek ittifakı zayıflaştırmayınız. Çünkü bu manevî cihadda küçük mesele zannettiğiniz, çok büyük olabilir. (…) Ehl-i hakkın mağlûbiyeti zamanında, (…) küçük bir meseleye sarf olunan senin kıymettar bir günün, (…) bin derece kıymet alabilir, bir günün bin gün olabilir.” (a.g.e., s. 383)

Zira rıza-yı İlâhî çerçevesinde, zerreyi yıldız gibi yapabilecek önem ve değerde bir görev bu.
Dolayısıyla, kendi hizmet ekolümüzün dairesi içinde fert fert birbirimizle olan ilişkilerimizden başlayıp, sair hizmet ekolleriyle irtibatlarımıza ve dünya ölçeğindeki Müslümanlarla her seviyedeki bağlarımıza kadar uzanan halkalardaki tavır, duruş ve yaklaşımlarımızı, Said Nursî’nin “İttihad-ı İslâmın tam zamanı geliyor” tesbiti çerçevesinde yeniden yorumlayıp dizayn etmemiz gerekiyor.
Bu dizayn sürecinin, âfâkî ve hayalî ütopyalara sapmadan, gerçekçi bir zemin ve çizgide doğru ve dengeli bir yaklaşımla yönetilmesini sağlayacak ölçü ve parametreler yine Risâle-i Nur’da.

Meselâ ittihad-ı İslâmı illâ bütün cemaat, tarikat ve hizmet ekollerinin organik bütünleşmesi şeklinde anlamak yanlış. Böyle birşey fıtrata da, sosyal gerçeklere de aykırı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Dinî cemaatler maksatta ittifak etmelidirler. Mesalik ve meşreplerde ittihad mümkün olmadığı gibi caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar ve ‘Neme lâzım, başkası düşünsün’ sözünü söylettirir.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 75)

Arap baharı ve Risâle-i Nur
Zübeyir Gündüzalp’in 1950’de Ankara’da verdiği ve Risâle-i Nur Külliyatının temel eserlerinden Sözler’in sonuna konulan “Konferans”ta, son dönemde Arap baharı olarak adlandırılan gelişmelere, Türkiye’yi de içine alan geniş bir perspektiften ışık tutup istikamet verecek çok önemli tesbitler yer alıyor.

Önce genel bir durum tesbiti ve tasviri:
“Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyeti imha için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve şeytanî ve menfur planlar tatbik etmişler ve iğfalâtta bulunmuşlar; iblisane, sinsi metodlar takip etmişler ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesat ve tefrika (ayrılık) tohumları saçmışlardır ki, bunlar İslâm’ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.” (Sözler, s. 1251)

Bu tasvirin verdiği geçici karamsarlık, hemen ardından gelen ferahlatıcı ifadelerle dağıtılıyor:
“Fakat o musîbetler, Cenâb-ı Hakkın imdadı ile tahrik ve istihdam olunan Bediüzzaman Said Nursî gibi ihlâs-ı tâmmı kazanmış olan bir zat vasıtasıyla, rahmet-i İlâhî ile medetres (imdada yetişen) ve şifaresan (şifa dağıtan) ve cihanpesend (dünyanın takdir ettiği) ve cihanşümûl (dünya çapında) bir mahiyeti haiz Risâle-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebep olmuştur.”
Said Nursî’nin, meydana getirilen tahribatı nasıl tamir ettiği de şu ifadelerde anlatılmakta:

“Risâle-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî öyle bir mücahid-i İslâmdır ki, ve telifatı Risâle-i Nur öyle uyandırıcı ve öyle halâskâr (kurtarıcı) ve öyle fevkalâde ve cihangir (cihanı fetheden) bir eserdir ki, din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkûr muzır (zararlı) ve habis faaliyetlerini akamete dûçar ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını paramparça etmiş ve köküyle kesmiştir. Ve İslâmî ve imanî fütuhatı perde altında kalpten kalbe inkişaf ettirmiş ve Kur’ân-ı Azîmüşşanın hakimiyet-i mutlakasına zemin ihzar etmiştir (hazırlamıştır).”

“Evet, Risâle-i Nur o tahribatı Kur’ân’ın elmas hakikatleriyle ve Kur’ân-ı Kerimdeki en kısa ve en müstakim bir tarikle ((doğru, istikametli bir yolla) tamir ve o yaraları Kur’ân-ı Hakîmin eczahane-i kübrasındaki (büyük eczanesindeki) edviyelerle (ilâçlarla) tedavi ediyor ve edecektir.”

“Hem masum Müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş (taşlaşmış) millet kanı olan parazit, tufeylî (asalak) ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri (sömürgecileri) ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebunu, zalim, hunhar ve müstebit uşaklarını hak ile yeksan (yerle bir) edip izmihlâl ve inhidam-ı mutlakla (mutlak çöküş ve yıkılışla) mağlûp eden ve edecek yegâne çarenin, Kur’ân-ı Mu’cizülbeyanın bu asırda bir mu’cize-i manevîsi olan Risâle-i Nur eserleri olduğunda, basiretli İslâm mücahitleri ve âlimleri, icraat ve müşahedata müstenit (uygulama ve gözlemlere dayalı) yakinî bir kanaat-i kat’iye (kesin kanaat) ile müttefiktirler.” (s. 1252-3)

Görüldüğü gibi, bu pasajlar, Gündüzalp’in vurucu ve kuvvetli üslûbuyla, meseleyi gayet net bir şekilde gözler önüne seriyor. İslâmiyet aleyhindeki dehşetli plan ve fitneleri boşa çıkarıp dini tahkim etmenin de, emperyalist sömürü çarkını kırmanın da en sağlam ve köklü çaresi ve yolu Risâle-i Nur ve Bediüzzaman modelinde.

Onun içindir ki, söz konusu tahribat planları öncelikle, en dehşetli ve dessas metodlarla Türkiye’de tatbikata konulduğu halde, Risâle-i Nur bu tezgâhların hepsini bozdu, imanlı ve şuurlu bir toplum yapısı meydana getirdi ve hiç kimsenin burnunu kanatmadan ülkeyi düze çıkardı.

Bu hizmet ve metoda Arap dünyasının da şiddetle ihtiyacı var. Bilhassa da Arap baharı adı altında on binlerce cana mal olan çatışmaların cereyan ettiği Libya, Suriye, Mısır, Yemen gibi ülkelerin…

Türk-Arap kardeşliği
Van Valisinin misafiri olduğu günlerde tanıştığı gazetelerden bilhassa âlem-i İslâmı ilgilendiren haberleri yakından takip etmeye başlayan Said Nursî, bu alâkadarlığını—gazeteleri hiç okumadığı dönemler dahil—hayatının sonuna kadar devam ettirdi.
Bu ilginin örneklerinden biri, “Birinci Dünya Savaşındaki mağlûbiyetimizden çok müteessir olduğunuzu görüyoruz” diyenlere verdiği cevap:

“Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i İslâm’ın eleminden gelen teellümat (üzüntüler) beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşaallah.” (Tarihçe-i Hayat, s. 216)

Yakın talebelerine de intikal eden bu hassasiyetin bir örneği, Zübeyir Gündüzalp’in Ankara Üniversitesindeki konferansında dile getirdikleri.

Bir diğeri de, saff-ı evvel talebelerden Hüsrev Altınbaşak’ın Tarihçe’de yer verilen mektubu.
Bu mektupta da, Gündüzalp’in yaptığı gibi, evvelâ mevcut durum teşhis ve tesbit ediliyor:
“Tarihin a’makına (derinliklerine) gömülen ve maziden istikbale atlayan ecdatlarımıza, bu millet-i İslâmı parçalamak için bin dört yüz seneden beri hücum eden küffar orduları, en nihayet Birinci Harb-i Umumîde muvaffak oldular. Türk ve Arap iki hakikî Müslüman kardeşin bin senelik sarsılmayan muhabbetlerini pek çok desiselerle, yalanlarla söndürdüler. Ehl-i İslâmın ve nev-i beşerin medar-ı fahri (iftihar vesilesi) ve bütün mevcudatın sebeb-i hılkati (yaratılış sebebi) ve bütün füyuzat-ı İlâhiyenin (İlâhî feyizlerin) mazharı o âlî (yüce) Peygamberin Ravza-i Mutahharasına (Medine’deki kabrine) yüzler sürmek için pek büyük bir iştiyakı kalplerinde yaşattıklarına tahammül edemediler. O âlî Peygamber-i Zîşanın küçücük bir iltifatına mazhar olmak için, ruhlarına varıncaya kadar herşeylerini feda ettiklerini hazmedemediler.

“1400 seneden beri zeminin yüzünde, zamanın sahifeleri üzerinde ve şehitlerin ve gazilerin beyaz kılıç kalemleriyle, kırmızı mürekkepleriyle yazıp tarihe emanet bıraktıkları medar-ı iftiharları muhteşem yazılarını Müslümanlara unutturmak istediler. Bu azimle yürüyen o amansız düşmanlar, pek acı işkenceler altında ezdikleri Türk ve Arap bu iki kardeşi, bir daha ittihad etmemek için en müthiş muahedelerin (anlaşmaların) zincirleriyle bağladılar. Çelik zincirler altında senelerce inlettirdiler. Her türlü şenaati Müslümanlara icra ettiler.”

Ama Hüsrev de Zübeyir gibi, bu dehşetli halin Risâle-i Nur’la aşıldığını ifade ederek şöyle diyor:
“Biz Türkler, seyyidleri kesretle (çoklukla) içinde bulunan ve necip kavm-i Arap olan sizlere ve sizin ecdatlarınız olan Sahabe-i Güzine Allah namına, Peygamber-i Zîşan hesabına sonsuz bir sevgiyi ve nihayetsiz bir hürmeti daima kalbimizde, ruhumuzda besliyoruz ve yaşatıyoruz.”

Kısa mektup, şu duâ ile nihayetlendiriliyor:
“Cenâb-ı Hakkın lütf-i kereminden büyük bir ümit ile yalvarıp istiyoruz ki, sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin verdikleri haber-i beşaretle (müjdeli haberle), Türk ve Arap, iki hakikî kardeş millet, inşaallah yakın bir âtide (gelecekte) ittihad edecek. Ve o ittihad sayesinde, o müthiş düşmanların Müslümanlar içine saçtıkları fesat tohumları kendi yüzlerine atılacak. Ve zincirler altında inleyen dört yüz milyon Müslümanlık, yeniden hayat-ı kudsiye-i İslâmiye ile nev-i beşerin başına geçip, sulh ve müsalemet-i umumiyeyi temin edecek inşaallah.” (s. 944)

Said Nursî’nin 1911’deki Hutbe-i Şamiye’sinde verdiği, sonra “Rüyada bir hitabe”de geçmiş asırların temsilcilerinden meydana gelen muhteşem meclis-i nuranînin tasdik ve teyid ettiği ve yine Bediüzzaman’ın vefatından önceki en son dersinde tekrarladığı “İstikbal İslâmın olacak; Risâle-i Nur İslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye vesile olacak” gibi müjdeleri, önde gelen çok yakın talebelerinden biri tarafından kaleme alınan satırlara bu şekilde yansıyor.
Ve önümüzü açıp yolumuzu aydınlatıyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*