Asr-ı Saadet metodu

İnsanın yaratılış gayesi iman ve duâdır. Esmâ-i hüsnâya âyinedarlık yapmaktır. Elmas kabiliyetlerini inkişaf ettirerek mânevî olarak taallümle tekemmül etmektir. Böylece insan önce merkezine enfüsî tefekkürü alarak iman-ı billahtan sonra marifetullah mertebelerine ulaşır.

İnsan enfüsü terk ederek âfâka dalarsa malayânî malumatlar nazarını dağıtır. Bazen de afaktaki kuvvetli sebepler nazarları kendisine celb eder. İnsan yine mahiyeti gereği esbâba mana-i ismî ile bakmaya ve gelişen hadiselerin esbaptan zuhur ettiğine hükmedebilir.

İnsan enfüsî boyuttaki iman, duâ ve ubûdiyet vazifelerini ihmal ederek, hâdisat-ı âlemin geniş dairesinde cereyan eden ve ara sıra vazifesi bulunan boğuşmaları takip etmeye başlar ki bu boğuşmalar, vehim ve vesveselerle kalb, vicdan ve ruhu sıkmaya başlar. İşte bu sırdan dolayıdır ki sohbet-i dünyeviye-i siyasiye kalpleri ifsâd, akılları geveze eder.

Allah (cc), şu insan bedeninde ruhun yaşayabilmesi için çok mütenevvi hissiyat ve kuvvetler yerleştirmiştir. Lâkin insandaki bu kuvvet ve duygulara İslâmiyetçe bir had ve sınır tayin edilmiş ise de yaratılış olarak sınır konulmamıştır. Yani Cenâb-ı Hak ruhumuza yerleştirdiği o sınırsız duyguları peygamberler ve dinler ile istikamet ve kayıt altına almıştır.

Bir insanın niyeti çok iyi olabilir. Ancak niyeti kâinattaki yaratılış kânunlarına uygun olmalıdır. Çok insanlar var ki, iyilik niyetiyle fenalık yapıyorlar. İmkânsız bir işi talep eden kişi hem kendisine hem de çevresine zarar vermekten kurtulamaz. Onun için bu dünyada faydalı bir iş yapmak ve bir çığır açmak isteyen, âdetullah ve sünnetullah tabir edilen yaratılış kânunlarına uygun hareket etmezse, niyetinin aksiyle ceza görür. O zaman Allah’ın bizlere verdiği akıl nimeti ve irâde donanımı ile niyetlerimizi kâinatta geçerli olan yaratılış kânunları doğrultusunda sarf etmek durumundayız.

Mü’minlerin amacının meşruluğu kadar, aracının da meşrû olması gerekir. Bir Müslüman’ın amacı ilâ-yı Kelimatullah (Allah’ın dinini yeryüzüne tebliğ etme) olacaksa, aracının (metodunun) sünnetullah (Allah’ın kanunları) olması gerekir. Kendini en güçlü zanneden Müslümanların bu güçlerini sünnetullah ile kontrol altına almaları gerekir ki, kâinatta cari olan yaratılış kânunlarına uygun hareket edilmiş olunsun. İşte o zaman Allah (cc) niyet ve metot birliğini (sünnete uymayı) yerine getiren Müslümanların fiillerinin fütuhatını (fethini) yaratacaktır inşâallah.

İslâmiyet, Peygamber Efendimizin (asm) fiillerinin, sözlerinin ve tavırlarının hayata geçmiş şeklidir. Nasıl ki kâinat cisimleşmiş Kur’ân ise, Efendimizin (asm) hayatı da yaşanmış Kur’ân’dır. Efendimiz (asm) Kur’ân’ı âdeta “hüve hüvesine” hayatına geçirmiş ve yaşamıştır. Bu sebeple Asr-ı Saâdet’in tüm karelerini hayatımıza mihenk taşı yapmalıyız. Çünkü tüm zamanlar bir hat üzerinde devam edip gitmez. Zaman senevî daire gibidir. Onun için saâdet asrı tüm zamanların merkezinde dairesel olarak durmaktadır. Her asra, Asr-ı Saadet’in bir izdüşümü ve dersi vardır. Belki zamanların ve asırların kişileri değişmektedir, ancak yaşanan olaylar değişmemektedir.

Demek ki her asır yaşadığı olayların çıkış noktasına Asr-ı Saadet’ten bir yol bulabilir ve bulmalıdır. Çünkü bütün zamanların sıkıntılarının çözümü Kur’ân’da ve Peygamberimizin (asm) hayatında vardır. Onu atlamak ve başka çözüm yolları aramak nefsî ve hissî olur. Âyette de Peygamberimize (asm) uymaya kesin emir vardır: “Deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız peygambere uyun ki; Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran Sûresi: 31)

Vazifelerimizi sünnet ölçüsünde hayata tatbik etmek durumundayız. Çünkü sünnet, Müslümanların istikametli duruşu ve doğru metodudur. Çıkmaz sokaklara girmemenin işaret levhaları gibidir.

Sünnet, Efendimiz’in (asm) Kur’an ahlâkı ve her asırda ümmetinin çıkış ve kurtuluş reçetesidir.

Şimdi biraz da Asr-ı Saadet’e gidelim ve o hâlet-i ruhiyeden hisse almaya çalışalım.

Efendimiz (asm) peygamberlik vazifesine başladığında Mekke müşrikleri kendisine gelmişler ve Mekke’nin krallığını, para ve en güzel hanımları teklif etmişlerdir. Yeter ki Efendimiz (asm) daâvâsından vazgeçsin veya biraz taviz versin, belki de şirk karşısında sessiz kalsın.

Ancak Peygamberimiz (asm) “Bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz ben dâvâmdan vazgeçmem” demiştir. Öyleyse Peygamberimizin (asm) “dâvâm” dediği acaba neydi?

Bu dava siyaset ve devleti ele geçirmek dâvâsı olsaydı zaten bunu müşrikler vermişler ve teklif etmişlerdi. Demek ki siyaset dâvâsından daha zarûrî ve Allah’ın marziyatı olan dâvâ iman ve tevhid dâvâsıydı ki Efendimiz (asm) bunu seçti.

Sonuç ne oldu? Belki de şer gibi görünen Mekke’den hicret edildi. Sıkıntılar ve meşakkatler yaşandı. Zahmetten rahmete geçişin ön şartları tahakkuk etti.

Şimdi de bizden bir hicret istenmiş olmasın? Asr-ı Saâdetteki hicretten kalbî imana, enfüsî duâya ve de kulluğa bir hicret dersini çıkaramaz mıyız?

Çünkü Medine’de iman, duâ ve kulluk kalplerde ma’kes buldu. İman hayata te’sir etti. Daha sonra Allah’ın rızası tahakkuk etti ki Mekke çok kolay bir şekilde fetholdu. O zaman ferec ve fütuhat için önce Mekkî bir iman ve duruş, kalbî ve enfüsî bir hicretten sonra Medine gibi bir hayat ve sonunda ise yine Mekkî bir fütuhat olması gerekiyor olmalıdır. Bu yolculukta ise nefsî ve hissî hazlar olmamalı, meşakkatli zorluklar yaşanmalı ki Rıza makamlarına çıkılabilinsin.

O hâlde afaktan enfüse dönmek, kesretten vahdete ulaşmak, Asr-ı Saâdetten günümüze sünneti taşımak mecburiyetindeyiz. Âhirzamanın kurtuluş reçetesi, Asr-ı Saadet metodu ve günümüzde ise bu metodu takip eden Risale-i Nur mesleğidir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*