Asrın hastalığı: Nefisperestlik

Bir önceki yazımızda nefsin ‘emmare’ konumundayken insanın bütün lâtifelerini kendine hizmet ettirmeye çalışan ve böylece insanı vartaya, tuzağa düşüren cihetlerinden bahsetmiştik.

Bu yazımızda da nefsin bu tuzaklarına düşmemek için ve onun potansiyel bir kulu olmamak adına onu tanımaya çalışacağız Risale-i Nur’dan yaptığımız mütalâalarla. Öncelikle benliği nefisperestliğe sevk eden faktörler üzerinde duralım:

Evet, nefisperestliğin sebeplerinden birisi, insan nefsinin az, elemli, geçici bir lezzeti, daimî ve elemsiz bir lezzete -sadece birincisini “peşin” gördüğü için- tercih etme özelliğinin bulunmasındandır. Zira insanoğlu; nefsin bu aldatmacasını, bir üzüm yiyip on tokat yedikten sonra bile fark edemeyecek kadar gaflet içerisindedir. Çünkü peşin ücret için alınan anlık bedenî haz ve lezzetler, aslında “zehirli bir bal” olduğu için, insanın istikametli düşünmesini engellemektedir. Özellikle ruh, akıl, kalp ve sırrın dairesine hiç girmeyen ve her zaman sadece bedenin dairesi içinde kalan, insan olduğu halde insanî özellikleri kullanmayan kişilerin, bu anlık, elemli lezzetleri bırakıp ebedî lezzetler olan kalp, akıl ve ruhun dairesine girmeleri ancak, “tefekkür ve zikirle” mümkün olmaktadır. Kur’ân birçok âyetinde insanı tefekküre ve zikre teşvik etmektedir. Kur’ân’ın teşvik ettiği tefekkür ve zikirle insan kendini ve kâinatı tanıyabilmekte, Rabbini bulabilmekte ve bununla ebedî lezzetlerin menşeine ulaşabilmektedir. Emirdağ Lâhikası’nda dikkat çekildiği gibi, insanın nazarını sadece dünyaya hasretmesi ona manevî bir sarhoşluk vermekte; kalp, ruh ve aklın daimî lezzetlerine olan ihtiyacı unutturmakta, insan da bunların yerine nefsin teşvik ettiği bedenî, fani ve elemli hazların peşine düşmektedir.

Nefisperestliğin ikinci sebebi de, insanın geçici dünyevî hayata aldanması ile gerçekleşmektedir. Bu da gösteriyor ki; nefisperestlik, bir anlamda insanın “dünyaperest” olması manasına gelmektedir. Yani, insan fani, elemlerle dolu ve “kömür” değerinde olan dünyayı, baki ve “elmas” kıymetinde olan ahirete tercih etmektedir. Asrın insanı dünya hayatını medeniyet fantaziyeleriyle geçirme düşüncesine aldanmakla din ve namus gibi mukaddes değerlerini bile rüşvet olarak vermektedir. Bunu da hayatını güzelce yaşamak ve gününü gün etmek uğruna her şey mübahtır düşüncesi ile yapmaktadır. Bu düşünce insanın sadece bu dünyayı yaşayıp, yok olacağını zannetmesiyle yani iman zafiyetiyle ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık imanın, marifetullahın, kazandırdığı bilinçle, “Rabbimiz bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de ahirette iyilik ver!” diye duâ etmek gerekmektedir. Bu dünya ahiretin bir tarlasıdır. Âyette de belirtildiği gibi ‘Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur…’ Bu yüzden nefsin ve şeytanın bu dünyayı süslü, güzel ve cazibeli göstermesine aldanılmamalıdır. Sadece dünya için çalışmak bizi ahiret mutluluğundan mahrum edebildiği gibi, dünyada da tam ve elemsiz bir lezzet almamızı engellemektedir.

Nefisperestliğe teşvik eden faktörlerden üçüncüsü ise; insanın asıl gayesinin “teşebbüh-ü bilvacib” olduğunu söyleyen dinsiz felsefi anlayışın yaygınlaşmasıyla meydana gelmektedir. Otuzuncu Söz’de, “ene” bahsinde konu çok dikkatli bir şekilde ele alınmaktadır. Buna göre felsefe, “teşebbüh-ü bilvacib, insaniyetin gayet-i kemalidir” prensibiyle insanları Allah’a benzemeye teşvik etmektedir. Bu teşvik, Kur’ân’ın ve Peygamberimizin (asm) emirlerine uymak olarak ifade edebileceğimiz, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı” değil, O’nun Zatına benzemeyi ifade etmektedir. Bu batıl görüş gönümüzde, “insan potansiyel tanrıdır” fikrinin doğmasına sebep olmuştur. Kur’ân’da “nefsini ilâh edinen insan” nitelendirmesine bu temelsiz düşüncenin peşini takip edenler düşmektedir. Hatta günümüzde Batı kaynaklı “kişisel gelişim” kitaplarındaki bazı fikirler de buna kaynaklık etmektedir. Bu tür kitapların bazılarında insanda “sınırsız güç” olduğundan bahsedilmektedir. Bu fikir de “teşebbüh-ü bilvacib” ya da, “insanın potansiyel tanrı olduğunu” iddia eden fikirlerin uzantısı görünümündedir. Hâlbuki böyle bir akıl yürütme tarzı, insanın ibadet etmesini netice veren onun “sınırsız acizliği, fakirliği ve noksaniyeti ile” tezat oluşturmaktadır. İnsan sınırsız güç sahibi değil, sınırsız acz ve fakr sahibidir. Bunun farkına varan bir insan ise, gücü sınırsız olan Allah’a, zenginliği sonsuz olan Yaratıcıya sığınma, ona kulluk etme ihtiyacı duymaktadır. Bununla da “mahbubiyet” makamına, yani Allah’ın emirlerini yaptığından O’nun tarafından “sevilme” makamına erişebilmektedir. Kendinde sınırsız güç vehmeden insan ise nefisperest olarak, Allah tarafından sevilen değil, nefret edilen biri durumuna düşmektedir. Kısacası ‘kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safayı bulur, rahmete gider.’

Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ında da izah edilmiştir ki, insan kendi nefsini kendine “mabud ve mahbub” yapmaktadır. Yani nefsini her şeyden üstün tutup, kendi nefsine tapmakta, nefsini Allah’tan daha fazla sevmektedir. Said Nursî Hazretleri’nin ifadesiyle kendi nefsine “Rububiyet” vermektedir. Oysa nefis hiçbir şekilde mabud ve mahbub olamaz. Çünkü sevginin sebeplerinden hiçbirisine insan nefsi sahip değildir. Said Nursî Hazretleri’ne göre sevginin sebepleri; kemal, menfaat, lezzet, güzellik, hayır gibi şeylerdir. Fakat insanın sahip olduğu şeyler; kusur, naks, fakr ve aczdir. Karanlık ne kadar koyu olursa, ışık o kadar parlak olur. İnsan da kendisindeki acz, fakr, kusur ve naksı ne kadar çok görüp, anlayabilirse, zıtlık itibariyle Celâl sahibi Allah’ın sonsuz Kemal, Cemal, Kudret ve Rahmetini fark edip, anlayabilmekte ve derk edebilmektedir.

Nefisperestlik üzerine yaptığımız bu mülâhazalardan sonra biraz da bu nefisperestlik hastalığının tedavi yollarına yine Nur hazinelerinden yaptığımız iktibaslarla bir nokta-i nazar sunalım bir sonraki yazımızda İnşallah .

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*