Kanadalı araştırmacı yazar Freed A. Reed: Ateisttim, Risale-i Nur’ları okuyarak Müslüman oldum

KANADALI araştırmacı, gazeteci ve yazar Freed A. Reed Antalya’da bir konferans verdi. “Anadolu Kavşağı” isimli kitabın yazarı olan Freed A. Reed, Akdeniz Kültür Eğitim Vakfı’nın tertiplediği konferansta yazdığı kitabın maksat ve gayesini ve kendisi için önemini belirtti.

Kanadalı araştırmacı, gazeteci ve yazar Freed A. Reed:
Ateisttim, Risale-i Nur’ları okuyarak Müslüman oldum

KANADALI araştırmacı, gazeteci ve yazar Freed A. Reed Antalya’da bir konferans verdi. “Anadolu Kavşağı” isimli kitabın yazarı olan Freed A. Reed, Akdeniz Kültür Eğitim Vakfı’nın tertiplediği konferansta yazdığı kitabın maksat ve gayesini ve kendisi için önemini belirtti. Bu eserin meydana gelmesinde asıl ana sebebin Bediüzzaman ve Risale-i Nur Külliyatı olduğuna vurgu yapan Reed, “Said Nursî bu gün de inananlar için bir semboldür. Ben ona büyük bir hayranlık duyuyorum, onun tesbitlerini bu gün daha net görebiliyoruz. O fikirler bu günün insanı için rehber olmaya devam ediyor” dedi.

Konferans, Kur’ân Tilâvetinden sonra, Akdeniz Kültür Eğitim Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı İdris Görmez’in açılış konuşmasıyla devam etti. Açılış konuşmasında İdris Görmez, Risale-i Nur Külliyatının önemi ve Bediüzzaman Hazretlerinin dâvâsı ile bu memlekete ve insanlığa yaptığı katkıları anlattı. Gönüllerde ve hanelerde yapılacak eğitimin önemini dikkat çeken Görmez, “Kadınlar Günü”nü de dikkate alarak dinleyicilere “Hanımlar Rehberi”ni hediye olarak vereceklerini söyledi.

Konferansına “Burada bulunmaktan mutluyum. Konuşmamın muhtevası yazmış olduğum ‘Anadolu Kavşağı’ kitabının mahiyeti ve yazılış maksadı hakkında olacaktır” diyerek başlayan Freed A. Reed, şöyle devam etti: “Kavşağın anlamına vurgu yapmak istiyorum. Bunun anlamı nedir? ‘Kavşak’ kesişme demektir. Aslında iki noktanın kesişmesinde, yani kavşaklarda çoğu zaman bazı çıkmazlar vardır. Ama ‘Anadolu Kavşağı’ benim için tam aksine bir durak ve çıkış noktası olmuştur ve hayatım için çok anlamlı olmuştur.”

“Batı ve Doğu medeniyetleri ile Anadolu medeniyetini karşılaştırmak mümkün” diyen Freed A. Reed, “Aslında tarih boyunca Doğu Medeniyeti ile Batı Medeniyeti inanç ve materyalizmle mücadelenin diğer bir adıdır. Anadolu’yu gezip Urfa’da bir boş mezar, Barla’da dünyaya açılan pencereyi gösteren bir muazzam külliyatla karşılaşınca, ilk olarak bu iki farklı mekândan, yani Urfa ve Barla’dan bahsetmek gereğini duydum” şeklinde konuştu.

Freed A. Reed, açıklamalarına şöyle devam etti: “Ama hâlâ kendimi anlatmakta zorlandığımı ifade etmek isterim. Alanya Müftüsüne “Anadolu Kavşağı” kitabımı verdim. Müftü Efendi kitabı okuyunca, benim bir sosyolog olduğumu söyledi. Hâlbuki bu doğru değildi. Ben ne bir sosyolog, ne de bir akademisyenim. Sadece basit bir tarihçi sayılabilirim. Ama gerçek hayatta olanları olduğu gibi anlatmaya çalışan bir gazeteci veya yazar olabilirim.

“Kitabımda, Bediüzzaman’ın ölmüş olsa da benim için hâlâ yaşıyor olmasından bahsediyorum. Onun hayatını inceledikçe, eserlerini okudukça kendimin Bediüzzaman’la örtüşen bir hayatım olduğunun farkına vardım. Bu benim kaderimdi. Dokuz yıl araştırmalarımdan sonra Müslüman olmuştum. Urfa’da boş bir mezar ve etrafında binlerce insanın saygı duyduğu bir ruhun olmasını görmem, beni bu sahada araştırmaya sevk etti. Erkek kardeşim, o sıralarda, İran’daki bir depremde ölmüştü. Bu da ayrı bir tevafuk oldu. Batının İslâmiyete duyarsızlığı… İran’daki Humeyni hareketleri… Radikal İslâmî hareketlerin oluşumu… Bütün bu olaylar karşısında bunları kabullenmem zor olduğu kadar, İslâma mesafeli durmamın da mümkün olamayacağı hakkında vicdanımda bir fikir oluşmuştu.

“Kanada’da gazetelere İslâmî konularda 25 sene boyunca yazılar yazmaktaydım. İslâm ülkelerine ve Müslümanlara olan ilgim bu yolla artmıştı. Dünyadaki olaylar ve İslâm coğrafyasındaki gelişmeler beni daha da işin içine itiyordu. Bu sıralarda İran’ın devrim ihracı, Lübnan’ın güneyindeki Şiî hâkimiyeti ve o bölgedeki Siyonist işgalin başlaması, çok ayrı fikirlerin dünyamda yaşanması ve çatışmasını doğurmuştu.

“Bu sırada Türkiye’de neler oluyordu? Türkiye’ye ilk ziyaretim 1996’da İstanbul’dan başladı. Kahve köşelerinde konuşan insanlardan Said Nursî ismini duydum. Bu çok etkileyici ve farklı bir olaydı benim için. Bu konuda biraz iz sürdüm. Sonra bu konuyla ilgilenen akademisyenlerle tanışmak nasip oldu.

“Bu şahsiyet çok dikkatimi çekmişti, farklı bir dâvâ ve farklı bir dâvâ adamıyla karşı karşıya olduğumu sezmiştim. Bu konuda çok iyi bir araştırma yapmam gerekiyordu. Çeşitli sorularım ve araştırmalarım neticesinde bir gün İstanbul’daki bir akademisyen bana bir kitaptan bir resim gösterdi. Resimde bir Osmanlı paşası ve etrafında yerde oturan insanlar vardı. Hepsi Paşanın her dediğini harfiyen yapan ve devamlı yapmaya hazır kişilerden bir gruptu. Tam olarak o zamanki Osmanlı yapı sistemini simgeliyordu.

“Fakat bu görünüş ve düzeni bozan birisi çıkmıştı doğudan, yalçın kayalıkların bağrından Said Nursî! O hiçbir zaman eğilip, bükülmedi, emir alıp emir vermedi. Dik durmasını bildi. Hep dik olarak ayakta durdu. Bunu da yaşadığı müddetçe, hapisler, sürgünler, türlü hakaretlerle ödedi. Bu sohbetten sonra Risalei Nur kitaplarıyla tanışmış oldum.

“Böylece hayatım değişti. Ben tam bir Avrupalı laiktim ve ateisttim. Bu hadiseler beni sarsmaya başladı. Araştırmaya koyuldum. Zaman içerisinde halkın söyledikleri ve yaşadıkları ile resmî kaynaklardan gelen bilgiler tamamen birbirine zıt olduğunun farkına vardım. Kısa zamanda resmî bilgilerin doğru olmadığını kesin olarak kavramıştım. Resmî söylemlere ve belgelere hakikatleri bulutların arkasına gizlemeye çalışıyordu. Olayın şahitlerinden ve gerçek belgelerden aldığım bilgilerin daha sağlıklı olduğuna inanmaya başlamıştım. Bana söylenenden çok farklı bir resmî gizlilik vardı. Bu tenakuzu ancak gerçek belge olan Risale-i Nurları inceleyerek çözebilirdim. Bunun için de bir takım İngilizce Külliyat alarak Kanada’ya döndüm, Risale-i Nurları araştırmaya başladım. Bu okumalar neticesinde şu kesindi: Resmî makamların verdiği bilgi ve belgelerle orijinal kitaptan okuduklarım tamamen tenakuz teşkil ediyordu.

“Risale-i Nurları okuyarak bu konuda kesin bir kanaate varmıştım. İyice emin olup olayları yerinde incelemek üzere Said Nursî’nin yolunu takip edecek bilgi ve belgeleri elde ettim. Aynı yıl otobüslerle Türkiye’yi dolaştım. Erzurum’dan Van’a; Urfa’dan Diyarbakır’a, Adana’dan Isparta’ya, Barla’ya olayın geçtiği birçok yeri gezdim. Birçok sorularla karşılaştım, ben de çok sorular sordum. Böylece aynı zamanda hem bir öğretmen, hem de bir öğrenci konumundaydım. Bu tarz ve yolla ‘gerçek Türkiye’yi’ öğrenmiş oldum. Bu gezilerimde Van’daki ‘Ermeni olayının’ farkına vardım. Ama bu olay çok karışık ve karmaşık bir olay. Şimdi buna değinmek istemiyorum.

“Bediüzzaman despotizme karşı mücadele verdi. Karıncaların Cumhuriyetçiliğinden bahsederken kâinatın Yaratıcısına götüren inanç sisteminin esasını tesis etmekten asla  geri kalmadı. En küçük bir şeyin en büyük bir varlıkla olan o muhteşem bağlantısını ihmal etmeyen apayrı bir inanç çizgisiydi bu. Bu yol ve tarz Risale-i Nurları okuyarak ateist olan beni inanç yoluna bağlamaya yetmişti.

“Akıl, kalp ve ruh dünyamda Torosların zirvesindeki ıssız Nurs Köyünden İstanbul’a uzanan kültürün o sırlı dünyasına taşınan ulvî hakikatleri belirmeye ve yerleşmeye başlamıştı. Bir yanda Bitlis’ten Rusya’ya esarete giden yol, bir yanda dünyaya yeni bir ufuk açan canlı bir ideal, yaşantı ve hayat. Bediüzzaman’ın İstanbul’daki çalışmaları tamamen İslâmî inanç temeline dayalı. Batı felsefesiyle asla âlâkası yok ve ona bağlı, bağımlı değil.

“Resmiyetle samimiliğim çatışmasını iki ayrı mekân ve iki ayrı alette de fark etmiştim. Bediüzzaman’ın Urfa İpek Palas Otelinin 27 numarasında duvarda asılı saat onun ölüm anı olan sabahın 02.30’unu gösterirken, Dolmabahçe Sarayında Cumhuriyetin kurucusu ve lâik Türkiye’nin banisi kişinin öldüğü odadaki saatte onun ölüm anını gösterir şekilde duvarda duruyordu. Saat: 09.05. (Not: Aslında her ikisinin de 02.30 olması lâzım geldiği, gizli ve sırlı tarihte saklı???) N.E.”

“Garipliklerin biri de birisi resmî yoldan göklere çıkarılırken, öbürünün cesedi ve kabriyle koca bir ordu uğraşıyordu. Çok yazık! Aslında Barla’yı ilk ziyaretimde bazı şeylerin farkına varmaya başlamıştım. Bu tarihte hiç görülmemiş köylülerin kurduğu ‘Köyler arası bir posta sistemi’ oluşturulmuştu. Sürgün yeri olan Barla bir saadet sarayına dönmüştü. Said Nursî bu gün de inananlar için bir semboldür. Ben ona büyük bir hayranlık duyuyorum onun tesbitlerini bu gün daha net görebiliyoruz. O fikirler bu günün insanı için rehber olmaya devam ediyor.

“Risale-i Nurları okuyarak çok şeyleri öğrenebiliriz. Çünkü Risale-i Nurların herbir satırı, sahifesi, kitabı tamamen ilim, irfan, mantıki muhakeme ve ilim dolu bir hazinedir.”

Konferanstan sonra soruları cevaplandıran Freed A. Reed, “Laikliği nasıl tarif ediyor ve nasıl görüyorsunuz?” sorusu üzerine çok veciz ve harika bir cevap verdi: “Laiklik ölmekte olan bir din gibidir.”

“Risale-i Nurlarda en önemsediğiniz fikir nedir?” sorusuna da Freed A. Reed, “Risale-i Nurlarda en sevdiğim ve dikkatimi çeken tesbit, “Sevgiye sevgi, düşmanlığa düşmanlık” olarak değerlendirilen veciz ifadedir şeklinde cevap verdi.

Konferans, Üstad’ın sağlığında kendisiyle görüşmüş ve hizmet etmiş iki ağabey Recep Unaz ve Avukat Gültekin Sarıgül’e plâket verilmesiyle son buldu.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*