Cemaatlerin hukuku ve Yeni Asya

Çamur atarak yer tutmak isteyen kirli basına cevap verecek dili olmayan dostlara ikaz yazısıdır.

Bir misalle başlayalım:

Şeyhin biri mor patlıcanı çok severmiş. “O seviyorsa vardır bir hikmeti” diyerek müritler de dergâhta habire mor patlıcan yerlermiş.

Bir taze mürit de tarikatla birlikte mor patlıcana da başlamış. Ama alerjisi olduğu için dergâhta patlıcan yedikçe kendisi de mor patlıcan gibi kızarıyormuş.

Bir-iki… derken, bakmış olmuyor, dergahtan vazgeçmiş.

Davet eden “neden vazgeçtin” deyince, safdil eski mürid izah etmiş: “Dergâh bana yaramadı, artık gelmeyeceğim”.

Davet edenin haklı sitemi ise şöyle olmuş: “A birader, dergâhı değil patlıcanı bıraksan yeterdi. Ama senin de bahanen patlıcan olmuş. Demek nasibin bu kadarmış!”

***

Önce örnekler:

1. Bir hakim, bir kaymakam… halkın arasına karışır da mesela camide namaz kılarsa mesleğine faydası mı, olur zararı mı?

Elbette hem kendi ahiretine ve hem de idarecilerini dindar görmek isteyen bu dindar millete faydası olur. Yeter ki mesaisini yaparken muhataplarına “namaz kılan-kılmayan” ayrımı yapmasın.

2. Bir bürokrat, mesela bir tapu müdürü ya da millî eğitim müdürü, mesaisinden sonra kendi meşrebinin tekkesine ya da cemevine gidip defli-dümbelekli ya da sazlı-sözlü zikir çekerse kim neden itiraz edebilir ki?

Neticede dinini-mezhebini ya da itikadını ve zevkini icra ediyor.

Sabah mesaiye ayık geldiği sürece akşam kafa çekene karışamayan devlet, gündüz işini lâyıkıyla yaptığı sürece akşam zikir çekene neden karışacak ki!

3. Bir devlet memuru (meselâ bir vali, emniyet müdürü, subay v.b.) görev yaptığı yerde milletin değer yargılarına güvenir de milletin muteber saydığı bir “sivil mekân”ı ziyaret ederse, bu durum onların memuriyetine zarar vermiş olur mu?

Ziyaret edilen mekânın sahiplerinin bu ziyareti kötüye kullanmasına izin vermezlerse mesele yok.

Aksine Türkiye gibi mazisi itibariyle sıkıntılı bir ülkede “devlet-millet kaynaşması” için bunda sayısız faydalar var.

4. Bir devlet memuru, sivil bir kişiye ya da gruba veya bir ideale kalben bağlanır da kendisi gibilerle birlikte bir grup-cemaat oluşturursa ne olur?

Memur dediğimiz de neticede insan; robot ya da köle değil ya…

Yapılması gereken şey, bu tür fıtrî ilişkileri yasaklamak değil ki. Denetim mekanizmalarıyla tedbirleri alınsın yeter.

Memuru-amiri resmî mesaisinde kendi sıralı amirine ve kanuna bağlı kaldıktan sonra istirahat saatinde istediğine bağlansın. Yeter ki bu bağlılığı kötüye kullanmaya kalkmasın; ihaleleri tam bir şeffaflıkla, işleri hukuka ve kanuna riayetle ve personel seçimlerini de “liyakat esası” ile yapsın.

O halde problem ve çözüm nedir?

Cemaatler, bilhassa devletle ilişkiler konusunda hata yapmaz mı? Yapabilir.

Siyasetçiler bilhassa oy uğruna cemaatlere hata yaptırmaz mı? Oy oy oy. Elbette yaptırır!

Ama sadece bu risk sebebiyle cemaatleri ve tarikatları suç ve suçlu saymaya çalışana en azından “bu çağda bu kafa …” derler.

Zira istediğine inanma ve inancına uygun yaşama özgürlüğü anayasayla teminat altına alınmış. Batıda da, bizde de…

Buna bazıları laiklik demiş, bazıları din ve vicdan hürriyeti. Ama netice değişmez: Bu çağda inançları baskı altına alamazsınız.

Bir yandan, devlet memuru da olsa herkesin din ve vicdan hürriyetini kabul edeceksiniz. Bir yandan da devleti, dinler ve mezhepler karşısında eşit uzaklıkta tutmayı başaracaksınız.

Üstelik bunu başarmak zor da değil. Örneği var: İşte demokrasisini ve “hukuk devleti” ilkesini geliştirmiş Batı, önümüzde, neredeyse mükemmele yakın örnek. (AB üyeliği de bize işte bunun için lâzım.).

Aksi halde ne olur?

Devleti elde eden güya dindar birileri, “Biz varız, artık size gerek yok “demeye kalkarak sivil ve ihlaslı din hizmetinin önünü tıkar.

Ya da kötü niyetli birileri, kalemlerini taramalı tüfek yapıp, saklandıkları köşelerden bütün cemaatlere çamur atmaya kalkar.

Ya da bazı başkaları, kırılası çatal dilini, güya devleti korumak adına, bir ulu mimara, üstelik din hizmetlerinde devletçilik karşısında sivilliğin, yani topuzculuk karşısında nurculuğun mimarı olan Bediüzzaman’a uzatmaya kalkar.

Bütün bunlara hak ettiği cevabı vermek de korkak ve noksan dindarlarca yalnız bırakılan, ama “Allah bize yeter” diyen ve yolundan dönmeyen Yeni Asya’ya düşer.

Ey, yakın zamana kadar bize “…öcüleri savunuyorsunuz” diyen safdiller… Şimdi anladınız mı biz aslında neyi ve kimi koruyormuşuz?

Masumları savunma hususunda yazıp söylediklerimiz bazen yanlış anlaşılıyor. Açıklamaya devam edelim:

Darbelerin tümüne kayıtsız ve şartsız karşıyız. Tam demokrasiden yanayız.

On Beş Temmuz hadisesiyle ilgili olarak, öncelikle, o gece şehit olan vatandaşlarımızın ve gazilerin kanının yerde kalmaması en büyük isteğimiz ve eğer başarılabilirse bizim de tesellimiz.

Daha da önemlisi, ülkemizde askerleri darbe yapmayı düşünemeyecek hale getirmek ve bu maksatla sistemi demokratikleştirmek de en önemli talebimiz ve hedefimiz.

Ancak yargı süreçlerinde ciddî problemler var. Durum şu:

Milletin başına bu gaileyi açan darbecilerden bulunabilenler cezalandırılıyor. Bazılarına müebbet hapis gibi ağır cezalar verildiğini okuyoruz. Memnunuz. (Elbette bunu, yargılamaların adil yürüdüğünü ve delillerin yeterli olduğunu varsayarak söylüyoruz.).

Kopya çekmek/çektirmek, yalan haber yapmak, izinsiz ve kötü niyetle telefon ya da ortam dinlemek, sahte delil oluşturmak, nüfuz suistimali gibi suçları işleyenler de elbette uygun cezalarla cezalandırılmalı. Bundan da herkes gibi biz de ancak memnun oluruz.

Ancak olay burada bitmiyor:

Somut herhangi bir suça karışmamış, darbe planının içinde bulunmamış, öncesinde darbeden haberdar edilmemiş, hatta darbenin başarılı olması için duâ bile etmemiş masum on binlerce kişiye, sırf bir cemaate mensup olduğunu gösteren deliller yardımıyla ve bu deliller örgüt üyeliğinin delili sayılarak kabaca beş ila on yıl arası değişen cezalar veriliyor.

İşte Yeni Asya, bunun, cemaatlerin hukukunu ihlâl etmeye yönelik bir plan olduğunu en baştan beri gördü ve bu yaklaşıma itiraz etti ve ediyor. Şimdilerde itiraz eden başkaları da var ve sayıları çoğalıyor, memnunuz.

Ama başka ve ciddî bir problem daha var:

Yeni Asya dışındaki hemen hemen herkes, bu mahkûmiyetlere, ilke planında değil, delil bazında karşı çıkıyor.

Yani onlar, bu cezalara, bazı kişilerin “o cemaat”e mensup olduğunun delili olarak sayılan bazı bilgilerin yanlış olduğunu, o kişilerin aslında “başka cemaat”e mensup olduğunu ve bunun delillerini bildiklerini iddia ederek itiraz ediyorlar.

Yani onlar, “örgüt üyeliğinden yargılanan veya mahkûm edilen filanca kişi aslında o örgüte mensup değil, ama yanlış delillerle sanki o örgüte mensupmuş gibi tutuklanıyor, cezalandırılıyor” diyorlar. Mensubiyet delillerini çürütmeye çalışıyorlar.

Aslında demek istiyorlar ki, “filanca sanık aslında o cemaate mensup değil, ama yanlış delillerle sanki o cemaate mensupmuş gibi tutuklanıyor, cezalandırılıyor”. Bu ise “o cemaate mensup iseler cezalandırılmaları haktır” anlamına geliyor.

İlginçtir, bu iddialarına delil olarak da çoğu zaman başka cemaate mensup olmanın delillerini sıralıyorlar. Üstelik bu deliller, “başka cemaat”in derneğine ya da vakfına üyelik, malî destek, yayınlarına abonelik ve benzeri şeyler. Yani “o cemaat”e mensubiyetin delilleriyle aynı.

Bu yaklaşımdaki çelişkiyi de-biz uyandırıp göstermezsek-göremiyorlar.

Yeni Asya ise cemaat ayrımı yapmaya karşı çıkıyor. Ve özetle diyor ki:

– O cemaat ya da bu cemaat fark etmez, zaten bu kirli bir oyundur ve asıl maksat milleti korkutup cemaatlerden ve tarikatlerden soğutmaktır, bu oyuna gelinmemeli.

– Elbette cemaatler cemaat olarak ve sivil alanda kalmalı, devlete yakınlaşmamalı, eklenmemeli, kendisini kullandırmamalı. Bunun yolu, devletin kendi kendisini cemaatlere ve cemaatlerin de kendilerini devlete “kaptırmaması”ndan geçer.

– Elbette devlet de örgütlenme hürriyetini ve insanların cemaate mensup olma hakkını engellemeye kalkmamalı. Bunun yolu da, devleti ve adliyeyi, cemaat mensuplarına çeşitli bahanelerle, ama aslında sırf cemaat mensubiyeti sebebiyle ceza verme yanlışından vazgeçirmekten geçer.

– “Cemaatlere gerek yok, din hizmeti için devlet yeter” diyen dindar kılıklı gizli Kemalistlerin fikrine asla katılmayız. Elbette onların da bu fikirlerini söylemelerine hürmet ederiz. Bir şartla ki onlar da bizim fikirlerimizi yazıp söylememizi hoş görmeli.

Anayasa ve İnsan Hakları Sözleşmeleri ortada. İlla hürriyet!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*