Ayağının tozları

alt

Yirminci Mektub’un Birinci Makamını okumalı diye geçirdi içinden, Yedinci Kelime’ye gelince biraz durakladı. Okunan bahis; bir şeye haber, yarına dair bir iz, âhire bir hatırlatma mı idi? Düşündü, okudu…

“ Sizlere müjde! Mevt; idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, failsiz bir in’idam değil. Belki bir Fail-i Hakim-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır.”

Sabah telefonda gelen ses “Abi, babamı kaybettik” idi. Durdu, bir şey hissetmemiş gibiydi, ölüm sıcaklığı sarıverdi biraz sonra… Sessizliğe büründü, sessiz metro istasyonunda. Zihni lüzumsuzluklardan sıyrıldı, duyguları duruldu, emeller kısaldı; ciddiyete büründü.

Uzak zannedilen ölüm yakın istasyondu; biraz sonra, bir an sonra gelebilirdi. Metro gibi ses çıkarıyor, ışıkla geleceğini haber veriyordu. Duyan kulaklara, gören gözlere; her bir şey, bir haber ve işaret değil miydi?

Saatine baktı, yetişmesi gereken yerler, yapması gereken işler vardı. Başka bir tanıdığının babasının vefatı için taziyeye gidememişti, ona gitti. Gördüğü; ölümün yüzde bıraktığı solukluk ve arınmışlık… Kim bilir kaç nasihat bırakmıştı hayata, hayattakilere… Bir taraftan konuşuluyor, bir taraftan ölüm dinleniyordu. Konuşan hakikat değil miydi?

“Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik.  Evet, şu güzeran-ı hayat, bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, rüzgâr gibi uçar gider.”

Gayb ettiği arkadaşı ile yirmi yıldan fazla aynı şehrin havasını solumuş, yakın fikir teatilerinde bulunmuş, kısmen aynı sektörde çalışmış; meslektaş bir dost, dost bir meşrepten idi. Kitaplar üzerine konuşur, bazen Risale üzerine mütalâada bulunur, bazen dertleşir, bazen hemhâllenirdi.  Çay, simit yerken hakikat açlığı gidermeye çalışılırdı…

Çokça okur, güzel konuşur, güzel ifadelendirir, ufuk açardı. Şimdi yine konuşuyordu, hem de hayattakinden daha çok, daha gür, daha hakiki, daha gerçekçi…

Tabutunu taşıdı, mezara indirilirken az da olsa kefeninden tuttu. Mezara yerleştirilmesini, tahtaların konmasını seyretti, üzerine toprak attı. Okunan Kerim Kur’ân’ı dinledi, dualara âmin dedi. Oğlunun defin sırasında hüzünlü ağlayışını görünce ağlamamak için kendini zor tuttu, başını çevirdi. Baktı ayakkabıları belli olur şekilde tozlanmıştı, silmedi, silemedi, hâlâ o tozlarla dolaşıyor.

Nedendir bilinmez gökyüzüne baktı, kuşlar uçuyordu, uçup gitmiyorlardı, belli alanda dönüp duruyorlardı.

O tozlu ayaklarla başka şehre gitti, otuz yıldır gayb olan arkadaşına gösterdi, “ayağının tozlarını”. Özellikle silmedim dedi göstererek, belki kendi ibret alır, belki aldırırdı. Otuz yıldır görmediği okul arkadaşını bugün görüyordu, dün ise yirmi yılı aşkın beraber olduğu arkadaşını yitirmişti. Firak ile vuslat iç içe hayatta; ölüm ve hayat iki arkadaş, iki ayrı sevdalı, iki ayrı bir bütün.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*