Ayasofya’nın başına gelenler

İstanbul fethinin sembolü olan Ayasofya Camii, 24 Kasım 1934’te alınan bir Bakanlar Kurulu Kararıyla müzeye çevrildi.

Bu mâbedin müzeye çevrilme işi bir anda değil, bir hazırlık safhasından sonra ve alıştırıla alıştırıla yapıldı.

Şöyle ki: Ayasofya Camii, 1930 senesinde önce ibadete kapatıldı. Kapatma gerekçesi, “restorasyon çalışması” şeklinde ilân edildi.

Oysa, o tarihlerde hiçbir camide restorasyon çalışmasının yapıldığı görülmüş, duyulmuş değildi. Hatta, ibadetsiz ve cemaatsiz bırakılan camilerin birçoğu satışa çıkarılmış durumdaydı.

Demek ki, Ayasofya için asıl niyet başkaydı. Bu da zamanla daha iyi anlaşılacaktı.

Meğerse, dört–beş yıllık restorasyon çalışması müddetince, Sultan Fatih’in emriyle iç duvarlara yapılan sıvalar pür dikkat ve itina ile sökülmüş ve eski kilise hali ortaya çıkarılıvermiş.

Nihayet, 480 yıl cami olarak hizmet veren Ayasofya’da kapalı devre yapılan bir hazırlık çalışmasının ardından, bu kudsî mâbed 1 Şubat 1935’te fiilen müze olarak kullanıma açılmış oldu.

Radikal olduğu kadar mü’minleri rencide edici olan bu değişikliğin, kànuna değil de, bir “Bakanlar Kurulu Kararı”na dayandırılması, son derece düşündürücü.

Zira, Ayasofya’nın kànun nezdindeki statüsü 1453’ten bu yana hiç değişmedi. Burası, fetih tarihinden beri camidir; tapusunda hâlâ cami diye yazar.

Üstelik, bu mânâdaki kayıt, Sultan Fatih’in neşrettiği meşhûr vakfiyesinde de aynen ifade edilmektedir.

İstanbul’un Fatihi, istikbâlde vuku bulacak muhtemel müdahalelere karşı da tedbir almaya çalışmış ve Ayasofya Vakfiyesi metnine şu bedduayı derc etmiştir: “Camiye çevirmiş olduğum bu mâbedi her kim ki bir başka şekle tebdil ederse, Allah’ın, meleklerin ve insanların lâneti onun üzerine olsun! Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın!”

Kànuna, tapu kaydına ve Sultan Fatih’in vasiyetine rağmen, yine de tutup Ayasofya’yı müze haline çevirmenin ardında yatan niyet ve maksat nedir?

Besbelli ki, burada gizli bir kasıt ile çok “derin” bir hesap var. İşin içinde, mukaddes fethin sembolüne ihanet kastı ve İslâm düşmanlarına yaranma hesabı olsa gerektir.

Bunu başka türlü anlamanın, yahut tevil etmenin imkân ve ihtimali var mı?

Tekraren nazara vermekte fayda var: Bu mâbedin resmî ismi gibi hukukî statüsü de, gerek vakfiyesinde ve gerekse tapu kayıtlarında hâlâ “Ayasofya Camii” şeklindedir. Dahası, kadrolu imamı vardır ve -muvakkat arızalar dışında- hep var olagelmiştir.

Ancak, bu alenî gerçeğe rağmen, Ayasofya Camii, cebrî ve keyfî olduğu kadar, gayet sinsice bir muameleye tâbi tutulmuştur.

Acaba, kimi sevindirmek ve kimleri memnun etmek için yapıldı bu sinsice muamele?

Müslüman Türk milletinin ve İslâm âleminin bu durumdan memnun olmadığı, hatta ziyadesiyle mahzun olduğunu bilmeyen mi var?

Demek ki, başkasının keyfine göre hareket edilmiş. Bu keyfiliğin er ya da geç, ama günün birinde mutlaka sona erdirilmesi lâzım.

Hiç şüphemiz yok ki, Ayasofya’yı mâbed olmaktan çıkartarak bugünkü mahzûn hale getiren zihniyet, vaktiyle medreseleri kapatan (1924), Kur’ân’ı (1929) ve Muhammedî Ezanı (1932) yasaklatan zihniyetten başkası değildir.

Ama, yine de şükürler olsun ki, Kur’ân ile Ezan, 1950 yılı Haziran’ında serbest bırakılarak hürriyetlerine kavuşturuldu. Medreselerin boşluğu ise, Nur Mekteb-i irfânı ile doldurulmaya çalışıldı.

Ne var ki, o büyük fethin sembolü olan Ayasofya, henüz hakiki hürriyetine vâsıl olmuş değil… Bu yüce mâbed, yaklaşık seksen senedir mânevî bir kuşatma altında. Hatta, mahiyeti hâlâ anlaşılmayan Bakanlar Kurulu Kararıyla bir nevî işgal altında denilebilir.

Bir başka ifade ile, Ayasofya Camii, Sultan Fatih’in kayıtlara geçen vakfiyenâmesindeki hüviyete kavuşmadığı müddetçe, bir müddet (1918-22) ecnebi işgaline uğrayan İstanbul’un hakiki ve mânevî kurtuluşu da gerçekleşmiş sayılamaz.

Demek, Ayasofya da -bir dönem hapsedilen ve bilâhare serbestçe okunan- Ezan ve Kur’ân gibi hürriyetine kavuşacağı günü bekliyor.

Ne var ki, bu gibi hürriyetleri temin etmek hiç de kolay değil. Böyle bir şerefe nail olmak da herkese nasip olmaz. Öncelikle cesaret, samimiyet ve liyâkat gerekiyor.

Başbakan Erdoğan’ın (henüz RP’li olduğu) 1991 yılı seçimlerindeki Sultanahmet mitinginde Ayasofya’ya bakarak, Arif Nihat Asya’nın şiirindeki şu mısraları okuduğunu şu an gibi hatırlıyorum:

Seni ey mâbedim! Utansınlar:
Kapayanlar da, açmayanlar da!

Ek Bilgiler

1) Ayasofya’nın 1930’dan sonraki restorasyon ve sıvalardan temizlenmesi işinde başı çeken kuruluşlardan biri ABD’deki Bizans Enstitüsü (The Byzantine Institute of America) isimli enstitüdür.
2) İstanbul’da bulunan M. Kemal, 1 Şubat’ta müzeye çevrilen Ayasofya’yı 6 Şubat 1935’te ziyaret ediyor.
3) Ayasofya’nın “anıt-müze” olması hakkındaki 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararının altında “Atatürk” imzası görünüyor. Gariptir ki, Meclis’in kànun hükmündeki kararıyla Reisicumhur Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyisminin verildiği tarih de aynı gün olup, bilinen imza şekli henüz tesbid edilmiş değildi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*