Aziz Üstadımıza

Bir Bediüzzaman Haftasını daha idrak ettik. Onu rahmet ve duâyla anıyoruz.

O, himmetini milletinin saadet ve selâmeti yolunda feda etmiş bir âlimdir. Gayret ve çabasının hepsi, insanlığın iman selâmetidir. Bütün ömrünü, insanlığın iman selâmeti için harcamıştır. Dünyayı ve dünyalıkları bunun için terk etmiştir. Geride, imânî eserlerinden ve onun meslek ve meşrebini devam ettiren talebelerinden başka bir terekesi yoktur. Onun mirası insanlığın hizmetine sunduğu eserleridir.

Peygamberler ve onun yolunda yürüyen peygamber vârisleri ilimden başka miras bırakmazlar. Onların mirasları, insanlığa faydalı olan bir ilim mirâsıdır. Bediüzzaman’ın mirası da yüz otuz parçalık Risâle-i Nur Külliyatıdır.

Dünya ona küsmüş, o da dünyaya sırtını dönüp ahiretin kapısını çalmış, önüne o kapı açılmıştır. Hep âhiret mutluluğu için yürümüştür. Dünyada terk etmediği bir iş var, o da milletinin saadeti ve mutluluğu için uzun bir ömrü milletinin hizmetinde feda etmesidir. Bu hizmeti asla terk etmemiştir. Bütün zorluklara, sıkıntılara, haksızlıklara, eza ve cefalara rağmen millete hizmetten asla geri durmamıştır. Hayatına kast edenlerin de hayatını, ebedî saadet ve mutluluğunu düşünmekten vazgeçmemiştir. Ondaki o engin şefkat ve merhamet, kendisine kötülük ve zulmedenlere bile misli ile mukabele etmekten alıkoymuş, onların ıslahı için duâ etmesine sebep olmuştur.

Onun en büyük düşmanı imansızlıktır. Bir insanın bile bu dünyadan imansız olarak gitmesine rıza göstermesi mümkün değildir. İmansızlık hiçbir şeye benzemez. Hiçbir azap, onun kadar acı çektiremez. Talebesi Zübeyir Gündüzalp’in dediği gibi, “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir”di.1 İmansızlığa o derece düşmandır.

Hayatının her ânını dolu dolu yaşamıştır. Bir dakikasını bile boş geçirmemiştir. Normal bir insanın, sıcak odasında, kütüphanesinin içinde, yardımcıları ile birlikte yapmaya ve yazmaya güç yetiremeyeceği yüz otuz parçalık o muhteşem Risâle-i Nur Külliyatı’nı binbir çile, ıztırap, mahrumiyet, sıkıntı ve hastalıklar içinde telif etmesi başlı başına bir büyüklüktür. Onun çektiği çilelerin onda birini çeken insan, hizmet etmeyi bırak hayata küserdi. Demek, büyük insanların her şeyi kendilerine göre olmaktadır. Manilere karşı direnmeleri, metanetleri de kendileri gibi büyük olmaktadır. Onların ruh dünyasını ancak onlara yakın ve yatkın olanlar daha iyi anlayacaklardır.

Büyük ediplerin ifade etmekte zorlandıkları, sıkıntı çektikleri çetrefilli konuları, o maharetli üslûbu ile çok kolay bir şekilde beyan etmiştir. İsmi “Bedi” yani harika olduğu gibi üslûbu da şahanedir. “Sehl-i mümteni” denilecek kadar kolay ifadelerle konuları açıklamıştır. İbn-i Sina gibi dahilerin içinden çıkamadığı ahirete iman gibi konuları, o sokaklarında dolaşmış, her tarafını görmüş gibi kolay bir şekilde açıklamaya muvaffak olmuştur. Bu kolay ifade gücü, onun en belirgin özelliklerindendir. Çözümsüz ve ifade etmek mümkün değildir denilen birçok mesele, onun eserlerinde çözüme kavuşmuştur. Bu yönü ile memleketimizin iftihar kaynağıdır. Tarihte şanla anılan büyük âlimlerin arasında onun mümtaz bir yeri olacaktır. Böyle bir insanın ülkemizden çıkmış olması bizim için bir iftihar vesilesidir. Bu memleketin zenginliğidir.

İman ve kültür hayatımıza hediye ettiği o muazzam Külliyat, Ağrı Dağı gibi dimdik ve sabit bir şekilde durmaktadır. Hadiselerin çalkantıları, onları etkilemekten uzaktır. Kıymetli bir şeye yakın olanın kıymet kazanması gibi, onun asırdaşı olmak, memleketlisi olmak, aynı dili konuşmak, aynı dertleri ve dersleri paylaşmak elbette çok büyük bir kıymet kazanmaktır. Kendisini minnet ve şükranla anıyoruz.

Onun eserleri, Kur’ân semasından alınmıştır. O, dinî ilimleri kalbin ışığı, fen ilimlerini de aklın ışığı olarak görmüştür. İkisinin birlikte okutulması ile ancak hakikatin ortaya çıkmasının mümkün olduğunu söylemiştir. Sadece din ilimleri ile meşgul olanların taassup içinde olacaklarını; sadece fen ilimleri okuyanların da hile ve şüphe içinde bulunacaklarını ifade etmiştir. Doğru olanın, her ikisinin de birlikte okunması olduğunu bir asra yaklaşan ömrünün hedefi olarak görmüştür. Eserlerinde de fen ve dinî ilimleri, harika bir imtizaç ile bir araya getirmeye muvaffak olmuştur. Bu yönü ile İslâm dünyasında bir öncüdür.

Onun savunduğu bu eğitim tarzı, bazı Avrupa ülkelerinde ödül kazandıran yeni bir eğitim tarzı olarak algılanmaktadır. O, bu tarz bir eğitimi, İstanbul’a geldiğinde Abdülhamid’e götürmüştür. Bundan netice alamayınca, Rumeli seyahati esnasında, Sultan Reşat’tan da bu düşüncesine destek istemiş, Kosova’da kurulması planlanan medresenin, Balkanlardaki kargaşa sebebi ile hayata geçirilememesi üzerine o tahsisât Bediüzzaman’a verilmiş ve Van’da böyle bir üniversitenin temeli atılmıştır. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi üzerine o teşebbüs de yarım kalmıştır.

Din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite onun hep hayali olmuştur. Maddî olarak, böyle bir üniversiteyi tahakkuk ettiremeyince, eserlerinde bu düşüncelerini tahakkuk ettirmeye muvaffak olmuştur. Avrupa, onun yüz yıllık hayaline yeni ulaşma yolunda ilerlemektedir.

Risâle-i Nurlar, hem mektep, hem medrese, hem okul, hem tekkeden beklenen neticelerin hepsini, ilim ve irfan olarak insanlığa sunmaktadır.

Onu duâ ve rahmetle anıyor, kabir taşı hükmündeki Horhor Medresesinin yekpâre taşına, bahar çiçeklerinden bir demet bırakıyoruz. Allah O’ndan ebediyen razı olsun.

Dipnotlar:
1- Nursî, Bediuzzaman Said, Şuâlar, s. 473

Benzer konuda makaleler:

2 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*