Baba oğul Çelebiler

Bediüzzaman diyor ki:

Bu havalide (Kastamonu, İnebolu…), hakikaten ümidimin fevkinde, Risâle–i Nur Talebelerinden iki kahraman yetiştiler: Baba–oğul Ahmed Nazif, Salâhaddin. Bu iki zat, Risâle–i Nur’un neşrinde iki yüz adam kadar çalıştıklarını görüyoruz.

Kastamonu Lâhikası, s. 155

Kahraman Nazif kardeşimizin ve gayet ciddi ve sebatkâr ve tam alâkadar İnebolu Nurcularının hem bayramlarının, hem devamlı hizmetlerini, hem yüksek sadakatlerini, hem Salâhaddin’in Camiü’l–Ezherle Medresetü’z–Zehrânın münasebetini temine çalışmasını ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

Emirdağ Lâhikası, s. 159

Kahraman Nazif’in ve hakikaten Nazif ruhunda ve sadâkatinde kendi arkadaşlarının makine ile ve sair cihette Nura hizmetleri, bu memleketi cidden minnettar edecek bir vaziyettedirler. Cenâb–ı Hak, onları muvaffak eylesin.

Emirdağ Lâhikası, s. 163

Nazif Çelebi ve oğlu

Selâhaddin, Nur’un iki büyük kahramanı oldular

Bugünkü hikâyemize “Ne mutlu böyle bir baba–oğula” diyerek başlamak istiyoruz. Evet, aslen İnebolu’lu olan baba Ahmed Nazif ve oğlu Selâhaddin Çelebi’nin, Nur dâvâsı uğrunda âhir ömre kadar müştereken devam ettirmiş oldukları hizmeti “Binler maşaallah, bârekâllah” diye alkışlayarak başlamak istiyoruz, bugünkü hakikatli hikâyemize…

* Baba ile oğul Çelebiler, 1930’lu yılların ortalarında Kastamonu’da ziyaret ettikleri Üstad Bediüzzaman’ın hizmetine girerler, Risâle–i Nur’a birlikte talebe olurlar.

* Baba ile oğul, 1943’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilirler, 1944 Haziran’ında birlikte beraat ederler.

* Baba ile oğul birlikte, 1948’de Afyon Hapishanesinde de aynı kaderi paylaşırlar.

* Baba ile oğul, 1940’lı yılların ortalarında İstanbul’dan satın alıp getirttikleri teksir makinesiyle Nur Risâlelerini neşretmeye başladı.

* Baba ile oğulun hizmet hayatı gibi, vefat hadiseleri arasında da düşündürücü paralellikler var. Her ikisi de, hac fârizasını ifâ ettikten kısa bir süre sonra Hakk’ın rahmetine kavuştular. Baba 1964, oğul ise 1977’de vefat etti. Bugün (9 Ocak), Selâhaddin Çelebi’nin vefat yıldönümüdür.

Cenâb–ı Hak, her ikisine de ganî ganî rahmet eyleye…

Tanışma mâcerası

1891 İnebolu doğumlu olan Ahmed Nazif, henüz 17 yaşında iken duymuş, Üstad Bediüzzaman’ın şöhretini. 1908 yılı gazetelerinde, Bediüzzaman Hazretleriyle gili haberleri okumuş, onun hürriyet ve meşrûtiyete dair fikirlerinden haberdar olmuştur.

Üstad’la tanışmasını şu bir paragraflık cümlelerle özetliyor: “Risâle–i Nur tercümanı ve müellifi ve sahibi bulunan zât, 1324 ve 25 Rumî (1908–9) senelerinde İstanbul’da iştiharla Bediüzzaman nâmı ve lâkabı altında matbuâtın sitâyişle neşriyatından mütehassis olarak, o zaman 17 yaşında bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Bu kalbî muhabbet hürmeti için olacak ki, 1326 (1910) senesinde Hazret–i Üstadın, Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârı ile İnebolu’yu ziyaret ettiği sırada tesadüfen çarşıda karşıladığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zâta selâm durarak mütebessim ve nuranî simalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve mânevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamın, otuz senelik hatırımdan katiyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum.” (Kastamonu Lâhikası, s. 37)

Ahmed Nazif, aradan geçen uzun yıllara rağmen nerede bulunduğundan bihaber olduğu Üstad Bediüzzaman’ın 1936’da Kastamonu’ya nefyedildiğini önce bir sarhoştan duyuyor. Ancak, bundan tam emin olamıyor.

Sarhoş kişi, kahvede otururken kendi kendine “Allah’ın evliyasından ne istiyorlar? Tutmuşlar onu getirip karakolun tam da karşısındaki eve hapsetmişler… Ne istiyorlar ondan? Ayıptır, günahtır yahu…” diye yakınmasından şüphelenen Ahmed Nazif, bir müddet sonra askerden dönen oğlu Selâhaddin’den işin aslını öğreniyor.

Kastamonu’ya nefyedilen zâtın, tâ otuz sene öncesinden tanıdığı Bediüzzaman Hazretleri olduğunda kataat getiren Nazif Çelebi, ilk fırsatta gitip onu ziyaret ediyor ve oğluyla birlikte Nur’un hizmetine giriyor.

1913 doğumlu olan Selâhaddin Çelebi, 1936’da Kastamonu’daki 131. Alaydan terhis olduğunda, Bediüzzaman ismindeki âlim bir zatın sürgün olarak Kastamonu’ya geldiğini duyuyor.

Meseleyi biraz araştırdığında ise, bu zatın karakolun daimî gözetimindeki bir evde yapayalnız yaşadığını ve kimse ile görüştürülmediğini öğreniyor.

Bu bilgileri, terhis ile İnebolu’ya geldiğinde babasıyla paylaşıyor. Babası ise, o zatı tanıdığını ve yarından tezi yok derhal Kastamonu’ya gideceğini söylüyor.

Babasından kısa bir süre sonra, elinde 4. Şuâ olan Ayet–i Hasbiye Risâlesi olduğu halde Kastamonu’ya giden Selâhaddin Çelebi, ziyaretine gittiği Üstad Bediüzzaman’ın evde olmadığını, 6–7 kilometre uzaklıktaki Karadağ mevkiine gittiğini öğreniyor.

Kendisi de doğruca oraya gidiyor ve o tenhada Hz. Bediüzzaman’la yakînen tanışıyor ve—tıpkı babası gibi—bir daha ayrılmamacasına Nur’un hizmetine giriyor.

İnebolu kahramanları

Baba ve oğul Çelebiler Risâle–i Nur hizmetine girdikten sonra, aynen “Isparta kahramanları” gibi “İnebolu kahramanları”ndan da söz edilmeye başlanır.

Aynı şekilde, İnebolu bir “küçük Isparta” mahiyetinde Nur hizmetinin ayrı bir merkezi haline gelir.

Bundan dolayıdır ki, 1943’te Denizli Mahkemesine sevk edilmek üzere toplanan Nur talebeleri içinde, İnebolu’dan getirtilenler ön safta yer alır: Çelebiler, Mırmırlar, Fakazlılar, Dilekler, Nur Postacısı Şoför Ahmetler, vesaireler…

İnebolu’da takdire şâyân hizmetlerden biri de, “bin kalemli Nurcu” diye tâbir edilen teksir makinesinin orada faaliyete geçirilmesidir.

Burada ilk teksir edilen eser Ayetül Kübrâ Risâlesidir. Selâhaddin Çelebi, bu risâlenin teksir nüshasını Üstad’a götürdüğünde, Üstad’ın çok sevindiğini ve tetkik ettikten sonra, eserin ahirine şu duâyı eklediğini aktarıyor: “Ya Rabbi! Bir kalemle beş yüz nüsha yazan Nazif Çelebi ve mübarek yardımcılarını Cennetü’l–Firdevste mes’ûd kıl” (Son Şahitler–II/108)

O zât, “Boz atlı Hızır” mıydı?

Baba ile oğul Çelebiler’in Nur hizmet dairesindeki hatıraları çoktur. Tamamı toplansa, hiç tereddütsüz bir kitap hacmini aşacak mahiyette olduğu görülecek.

Biz, burada merhûm İbrahim Fakazlı’dan da dinlediğimiz bir hatırayı, şimdilik Selâhaddin Çelebi’nin lisanından aktarmakla iktifa edelim.

Yer Denizli Hapishanesinin önü. Tarih, 1944 yılı Haziran ayı ortası.

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, maznûnlar hakkında oybirliğiyle beraat kararını vermiş ve bütün Nur talebeleri serbest bırakılmıştır.

Adliyeden hapishaneye dönen ve eşyalarını toplayarak dışarı çıkan iki hemşehri (Fakazlı ile Çelebi), hapishane yakınlarındaki ormanlık alanın içinden “boz atlı Hızır” gibi bir zâtın geldiğini görüyorlar.

Tam da beraat kararının verildiği vaktin hemen sonrasında şahit oldukları bu manzaranın detayını Selâhaddin Çelebi şu sözlerle naklediyor: “Mahkemeden çıkınca, halkın tezahüratları, ‘Yaşasın adâlet!’ nidâları ve alkışları ile cezaevine geldik. Eşyalarımızı dışarıya çıkardık. Denklerin üzerinde İbrahim Fakazlı oturuyordu. Çarşıdan faytonlar geliyor, sıraya giriyorlardı. Birinci faytona Üstad, ikinci faytona Mehmet Feyzi binmişti. Bu esnada Doğu tarafındaki ağaçlar arasından hızla bir süvari geliyordu. Ağaçlar arasından süratle geçmek akıl almadığından şaşkına döndük. Tanımıyorduk. Süvari, aynı hızla geldi tam da Üstad’ın faytonunun sol arkasında aniden durdu. Atından indi, Üstadımızın karşısında askerce sert bir selâm verdi. Birkaç kelime söyledi, elini öptü ve yine sert bir selâmla mahmuzlarını şaklattı. Ve atına binerek aynı istikamette, aynı şekilde süratle uzaklaştı. İbrahim Fakazlı ile bu hâdiseyi hiç bir zaman çözemedik. Üstad’a sormaya da bir türlü cesaret edemedik.”

Diyanet’i ziyaret

Hapishaneden çıktıktan sonra bir müddet Şehir Palas Otelinde Üstad’ın hizmetinde bulunan Selâhaddin Çelebi, Hasan Feyzi gibi kahramanların bu hizmeti devralmasıyla Denizli’den ayrılır.

Üstad’ın tavsiyesiyle, önce Ankara’ya gider, Diyanet İşleri Başkanlığını ziyaret eder. Başkanlık koltuğunda, M. Kemal’in cenaze namazını kıldıran Börekçi’den sonraki başkan Şerafettin Yaltkaya var. Yaltkaya, bu ziyareti oldukça soğuk karşılar.

Kahraman Selâhaddin, yıllar sonra ise, yine Ankara’ya gider ve bu kez Diyanet Reisliğine getirilen Ahmet Hamdi Akseki’yi aynı maksatla ziyaret eder. Bahis açılınca, Akseki Hoca şunları söyler: “Üstad Bediüzzaman, bu asrın dehrîsidir. Hayatı, eserleri, Kur’ân ve hadis çerçevesi içinde bulunmaktadır. Onda menfî milliyetçilik ve ırkçılık yoktur. Kendisi İslâmiyet milliyetini savunur. Türk milletinin de bu kudsî milliyetin bayraktarı olduğunu ifade eder.”

Gariptir ki, farklı senelerde vefat eden merhum Akseki Hoca (1951) ile Selâhaddin Çelebi’nin vefatı (1977), gün itibariyle aynı güne tevâfuk eder: 9 Ocak.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*