Bakış Açımız

Her şey bakış açımızda gizlenmiş. Penceremizi hangi amaca yönelik açarsak, ona göre bir görüntü elde ederiz. Biz bakışımızı Resûlullah’ın (asm) bakışı gibi bakmaya alıştırırsak, her zaman olumlu ve güzelliklerle dolu tablolarla karşılaştığımızı göreceğiz.

 

Çünkü O Nebî (asm) baktığı her şeyde güzellikler görüyordu. Çirkinliklerin içinden güzellikler derecek bir hadiseyi hemen insanın önüne koyuveriyordu. Meselâ bir gün, ashabıyla şehir dışında gezintideyken bir köpek ölüsüyle karşılaşmışlardı. Köpek öleli epey bir zaman olduğu için etleri çürümüş, kemikleri ve dişleri ortaya çıkmıştı. Etrafa da çok kerih (pis) bir koku yayılıyordu. Yolun kenarında olduğu için herkes onun yanından geçmek zorundaydı. Ashap köpeğin yanından geçerken yüzünü çevirip burnunu tıkayarak geçerken; o Yüce Nebi, bakışlarını köpeğin ortaya çıkan inci gibi dişlerine çevirerek ‘Dişleri ne kadar da güzel yaratılmış’ diyerek çirkinlik içinde dahi bir güzelliğin görülebileceğini çok nezih bir şekilde ortaya koyuyordu. Evet, bakmak ve baktığını gerçek mânâda görebilmek büyük bir nimet. Bu nimeti gerçek mânâda yaşayabilme âmilini sergileyebilecek tek güç ise, Yunus Emre’nin “Yaratılanı hoş gör, Yaratandan ötürü” sözünde gizlidir. O bu sözüyle Resulullah’ın (asm) bakış açısını ortaya koymuş ve insanların yaşamış olduğu hadiseler karşısında her zaman güzelliğe, olumluluğa yönelmesini istemiştir. Çünkü, yaratılanı Yaratandan ötürü hoş görme erdemliliğine ulaşan bir kişide hiçbir zaman stres olmayacaktır.

İnsan, yaratılan bütün canlılardan farklı bir özellikle yaratıldığı için en ufak bir hadiseden olumlu veya olumsuz olarak etkilenebilmektedir. Bunun temelinde de elbetteki insana verilen cüz’î irade yatmaktadır. Eğer biz irademizi bakmak istediğimiz yönde sarfedip, penceremizi açtığımızda karşımıza çıkan hadise yaratılandan çok, Yaratanı hatırlatıyorsa hiçbir mesele yoktur. İnsan bazen iradesi dışında gelişen hadiselerle de karşılaşabilmektedir. Meselâ bir ayağı sakat doğabilmekte veya vücudunun herhangi bir yeri doğuştan arızalı olabilmektedir.

İşte bu durumda bile eğer arızayı verenin kendisini Yaratan olduğu ve bunun da bir hikmete binaen olabileceği düşüncesinde olunabilinirse, daha dünyada bile bir sürü mükâfata erişeceğini şu ibretli hikâye bizlere anlatmaktadır. Bu hikâye aynı zamanda bize şunu da hatırlatmaktadır: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” (Bediüzzaman)

“…Vaktin birinde güzel bir kasabada herkes mutlu bir hayat sürüyordu. Ama bu mutlu insanların arasında birisi vardı ki, o hiçbir zaman mutlu olamıyordu. Çünkü onun doğuştan bir ayağı yoktu. Henüz daha ilkokul seviyesinde olduğu için babasının ‘Bu Allah’tan gelen bir olay. Allah bunu bizim daha iyi bir insan olmamız için bir sınav olarak bize vermiş olabilir. Biz buna sabredersek mükâfatını hem bu dünyada, hem de ebedî dünyada çok fazlasıyla bize verecektir’ sözleri onu fazla etkilemiyordu. Çünkü o henüz bir çocuktu, akranları koşup eğlenirken o hiçbir zaman koşamıyordu. İki koltuk değnekleri vasıtasıyla zorla yürümeye çalışıyordu. Bir gün arkadaşlarını seyrederken gözü köşe başındaki ayakkabıcının vitrinine takıldı. Ayakkabıcı yeni getirdiği spor ayakkabıları vitrine dizmekle meşguldü. Okulların kapanmasına az kaldığı için spor ayakkabılarını erkenden vitrine çıkarıyordu. Küçük, ayakkabıları daha iyi görmek için zorlanarak vitrinin önüne geldi, oradan bakmaya başladı. Ayakkabılar gerçekten de göz alıcılardı… O vitrindeki ayakkabıları süzerken dükkân sahibi sevimli yaşlı amca da çocuğun durumunu içeriden süzüyordu. Üstündeki pantolonun sol kısmı boştu, onun için de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar dükkâncıyı adeta kendinden geçirmişti. Bir müddet öylece durdu. Ne vitrin düzeltiyordu, ne de başka bir şeyle ilgileniyordu. Çocuk da tıpkı dükkâncı gibi ayakkabıları seyretmeye dalmıştı. Çocuk daldığı bu hülyadan çıkıp yola koyulacağı sırada adam dükkândan fırlayarak gelip çocuğun önünde durdu. ‘Bir dakika küçük’ diye seslendi… ‘Ayakkabı almayı düşündün mü hiç? Bu dönemde modeller bir harika!’ Çocuk ona dönüp gülümseyerek ‘Gerçekten de çok harikalar’ dedi…. ‘Ama benim bir ayağım doğuştan yok ki!’ diye cevap verdi. Adam; ‘Bu dünyada her şeyi ile tam insan yok ki. Kimimizin eli, kimimizin ayağı, kimimizin annesi, babası, kimimizin aklı veya vicdanı…!’ Küçük çocuk bir şey söyleyemedi ihtiyar amcanın bu açıklamaları karşısında. Adam ise konuşmayı sürdürdü: ‘Keşke vicdanımız eksik oluncaya kadar, hep ayağımız eksik olsaydı..’

Çocuğun kafası iyice karıştı. Bu sefer, koltuk değneklerine iyice dayanarak aksayan ayağıyla adama doğru biraz daha yaklaşarak, ‘Anlayamadım efendim?’ dedi…. Neden böyle olsun ki? İhtiyar, ‘çok basit’ dedi.. ’Eğer vicdan yoksa, cennete giremez. Ama ayakları yoksa bile problem değil. Zaten orada bütün eksiklikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar sağlamlara oranla daha fazla mükâfat göreceklerdir…’

Küçük çocuk bir kez daha tebessüm etti… O güne kadar çektiği acılar adeta hafiflemiş gibiydi. Arkadaşlarının kendisine acıyarak bakmalarına aldırış etmeden yanlarından geçip gidecekti. Adam küçüğün yanına yaklaşarak onunla beraber vitrine dönerek, ’Baktığın ayakkabı sana yakışır’ dedi. ‘Denemek ister misin?’ Çocuk irkildi. Başını hayır mânâsında sağa sola salladı. Ve kafasını ihtiyara çevirerek, ‘Üzerinde 30 lira yazıyor, almam mümkün değil’ dedi. İhtiyar amca, ‘İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım ve 10 lirasını düşerim, geriye 20 lira kalır’ dedi. ‘Zaten sen de ayakkabının birini alacağın için otomatikman fiyat 10 liraya düşecektir…’ Çocuk ‘Ama sen tek ayakkabıyı nasıl satacaksın ki?’ dedi.. ‘Amma yaptın’ diye güldü adam. ’Onu da sağ ayağı olamayan birine satarım’. Küçük çocuğun aklı bu işe yatmıştı. Adam, ‘Üstelik sen öğrencisin değil mi?’ diye sordu.. ’İkiye gidiyorum’ diye yüksek sesle söyledi küçük.. ‘Üçe geçtim sayılır.’ Adam, ‘Tamam işte 5 lira da öğrenci indirimi yaparız, geriye 5 lira kalır. O da pazarlık payı olur, bu durumda ayakkabı senindir.. Sattım gitti..’ Adam, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi, içerideki raflar onun beğendiği modellerin aynısıyla doluydu. Ama, o vitrine yerleştirdiği ayakkabıları itinayla koyduğu gibi çıkararak, eline de bir tabure alıp tekrar çocuğun yanına geri döndü. Çocuğu tabureye oturtup yeni ayakkabıyı çocuğa giydirdi. Çıkardığı eski ayakkabıyı çocuğa göstererek, ‘Benim satış işlemim bitti’ dedi. ‘Sen de bana bunu satarsan memnun olurum’ dedi.

Çocuk şaşkın bakışlarıyla, ‘Şaka mı yapıyorsun?’ diye baktı ihtiyar amcanın yüzüne. ’Onun tabanı delinmek üzere.. Eski bir ayakkabıya kim para verip alır ki?’ Adam, ‘Sen çok cahil kalmışsın be arkadaş’ dedi. ‘Antika eşyadan haberin yok her halde. Bir antika eşya ne kadar eski olursa o kadar değeri artar. Bu yüzden ayakkabın bence 30-40 lira eder.’ Küçük çocuk ard arda yaşadığı bu şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlu bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatının en güzel rüyası. Adamın, heyecandan terleyen avucuna sıkıştırdığı 10 liralık banknotu geri vererek, ’Bana göre 20 lira yeterli’ dedi. ‘İndirim mevsimini başlattınız ya!’ Adam onu kırmayıp parayı aldı ve yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsaydı böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk yavaşça değneklerinin yardımıyla yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç kalmamış gibi ayağa kalktı. İhtiyar amcanın elini öperek, ‘Babam haklıymış. Sakat olduğum için hiç üzülmeme gerek yokmuş’ dedi.”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*