Barla Lâhikası’nı okurken…

Defalarca okuduğum Barla Lâhikasını yeniden ve yeni bir heyecanla tekrar okumaya başlamıştım. Adeta, yeni ve ilk olarak hissettiğim ulvî duyguların terennümü altında, ruhumda oluşan büyük mânevî hazların resmigeçidini seyretmeye başlamıştım. Okudukça okumak ve o mektupların satırları arasındaki hakikatlere ulaşmak istiyordum. Sanki bu mektupları ilk defa okuyordum.

Nefsim daha önceleri bu mektupları anlaşılmaz olarak göstermek istemişti. Rabbime şükrediyorum ki, lâhikaların satırları arasında bana yepyeni manalar görünmeye başlamıştı.

İslâm nurundan mahrum bir nesil oluşturmak isteyen zındıka komitelerinin karanlık planları tatbik sahasına konulmuş ve Anadolu’nun üstünde kapkara ve rahmetsiz bulutların gezindiği gözükmeye başlanmıştı. Ama Kâinatın Rabbi, nurunu şeytanlara söndürtmeyecekti. Şeytanların sevinçleri kursaklarında kalacak ve imânsızlık cereyanına bel bağlayan kezzabların çırası sönecekti.

Rabbin ehl-i İslâm’ın imdadına gönderdiği zat, “Kur’ân’ın söndürülemez bir nur olduğunu âleme ispat edeceğim” demişti. İşte o kudsî görev yerine getirilmeye başlanmıştı bile, kuş uçmaz kervan geçmez Barla dağlarında… İmânsızlığı yayanlar büyük bir yanılgı içinde idiler. Onlar Kur’ân’ın söndürülemez nurunun Barla semalarında parlamaya başladığının farkında değillerdi.

Barla’da parlayan nur huzmeleri imânlı kalpleri sürura gark etmeye başlamıştı. Sahabe mesleğinin yüceliğini, yirminci asırdaki temsilcilerinin satırlarında bulmaya başlamıştı o yüce ruhlu insanlar, o fukara kıyafetindeki melikler… Aman Allah’ım, ne müthiş bir imâna ve Kur’ân hakikatlerine susamışlık örneğidir o mektuplar… Ele geçen her bir risâle kalplerdeki ümit nurunu daha da parlatmıştı. Eline kalemi alan başlıyor iman hakikatlerini çoğaltmaya… Ve arkasından Üstadlarına yazdıkları mektuplarla o yüce hissiyatlarını dile getiriyorlardı.

Asır karanlık, zaman vahşîlerin hükmü altında. İnsanlar bu karanlık vadilerden kurtulmak için Kâinatın Rabbinden bir nur bekliyor. Boyunlar bükük, kalpler kırık, gözler yaşlı, ruhlar bitap düşmüş bir vaziyette… Ve böyle bir zamanda beşerin zulmünden kaderin parlak nurları Barla civarında etrafı aydınlatmaya başlıyor. Asrın görevlisini sürgüne gönderip yok etmeyi düşünenler, aslında onun iman ve Kur’ân nurlarını telif etmek için o topraklara gönderildiğini bilmiyorlardı.

Büyük kafalar zafer sarhoşluğuyla istibdadın en şenîsini yaşattılar masum insanlara o dönemde. Kur’ân okunmayacak, Allah denilmeyecek, İslâm nuru kalplerden silinecekti. Plan böyleydi. Onlar acizliklerine bakmadan kendilerini güç ve kudret sahibi olarak görüyorlardı. Onlar sarhoşane bir şekilde ölüme meydan okumakla ölümü öldüreceklerini sandılar. Onlar kırık cam şişelerini, ahmakça elmaslara tercih etmişlerdi. Onların hem dünya hayatı, hem de ahiret hayatları karanlıklara bürünmüştü. Ve istiyorlardı ki herkes onlar gibi olsun, herkesin imanı çalınsın, herkes hayvanca bir hayattan medet umsun…

Onlar gafletle ve zulmetle hayatlarını devam ettirirken Barla’da nurlar çoktan parlamaya başlamıştı bile. Gündüzleri bağında bahçesinde çalışan imâna susamışlar, geceleri uykularını feda ederek titrek ışıkların altında imân hakikatlerini yazmaktaydılar. Kimisi çırayı tutuyor, kimisi yazıyor, kimisi de yayıyordu nurları…

Barla Lâhikasındaki mektupları okurken, saff-ı evvel olan o ihlâslı nur talebelerinin halet-i ruhiyelerinin yüceliğini biraz daha anlamaya başlamıştım. Beni de o imân âbidelerine kardeş etmesi için Rabb-i Rahimime bütün samimiyetimle yalvarmak istedim. “Ya Rabbim, Resûl-i Ekrem’in (asm) hürmetine beni Asrın Âlimi Bediüzzaman’a talebe ve talebeleri olan Isparta kahramanlarına arkadaş eyle…” diye duâ etme ihtiyacını duydum…

Ve biz, kendimizi anlıyor ve biliyor zannediyoruz. Koca koca mektepler bitirmiş, ardı ardına diplomalar almışız. İsterseniz Barla Lâhikasındaki mektupları okurken kendi yazdıklarımızı o ümmî insanların yazdıklarıyla karşılaştıralım. Göreceğiz ki bizim yazdıklarımızda maddeci felsefenin tesirleri varken, o mektep görmemiş insanların yazdıklarında ise Kur’ân nurlarının parıltıları bulunmaktadır.

Bizlerin yazdıklarında gururun, enaniyetin izleri bulunurken, onların satırlarında ihlâs ve samimiyet şuâları açık bir şekilde görülmektedir. “Nurun Saff-ı Evvelleri” gibi olmak, onlar gibi serapa ihlâs olan mektupları yazabilmek ne büyük mazhariyet olacaktı bizler için… Bir kere daha anladım ki, Lâhikaların satırları arasında büyük hakikatler saklıdır. Onlar okunmadan, onlar anlaşılmadan Risâle-i Nur hakikatlerinin manalarına lâyıkıyla ulaşabilmek, Nurların ve Muhterem Müellifinin gerçek mahiyetini anlamak çok zor…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*