Barla yolunda

Vaktini tamamlayan gün, yüksek tepelerden kızıllıklar bırakarak batarken girdik Barla’ya. Hatıraların, hakikatlerin, maddî ve manevî güzelliklerin insan ruhuna huzur ve ferahlık verdiği mütevazı bir mekândayız.

Baharın sonunda sarmaşıklarla örülü bahçelerde ağaçlardaki renkli çiçekler, kelebeklerle uçuşarak yerlerini tomurcuklara, sonra salkım saçak meyvelere dönmüş. Rahmet hazinesinden gelen envai çeşit rızıklar, renkli şuruplar, süslü tatlılar, kokulu nimetler, her çeşit meyveler, ziyaretçilere ikram edilecek olgunluğa erişmiş.

Sokakları dolduran güler yüzlü, ihlâslı kalabalıkların ziyaret esnasında tatlı telaşları, edepli hareketleri, saygılı davranışları, selamlaşmaları, tanışmaları, konuşmaları kalplerdeki samimî kardeşlikleri, arkadaşlıkları pekiştiriyor. Zamanı tasarruflu kullanma gayretleri içersinde kitap okuyanların, namaz kılıp dua edenlerin, hayranlıklar içersinde etraflarına bakışmaları, Ulu çınarı seyretmeleri ve sükûnetle ayrılmaları görülmeye değer.

Barla’da akşam, siyah tülünü yeryüzüne örttüğünde Mesnevi-i Nuriye fidanlığından ve pencerelerinden kâinata bakmanın ve okumanın insan ruhuna verdiği huzur, sürûr ve inşirahın farklı olduğu hissediliyor. Kâinatta zerrelerden kürrelere kadar her şeyde marifetullaha ve muhabetullaha pencereler açılıyor. Her yerde Esma-i Hüsna’nın tecellilerini, sırlarını, işaretlerini ve numunelerini okuyup tefekkür ettikçe akıl, kalp, duygular ve latifeler hisselerini, feyizlerini alıyorlar.

İlim, iman, tefekkür ummanı içersinde kâinattaki tevhit mühürleri nazarları Rabbimizin kudret, azamet, şefkat ve merhametine çeviriyor.

Akşam namazı sonrasında Barla’da Yeni Asya Tesislerinin penceresinden duyulan böceklerin musikiyi andıran latif sesleri, zikirleri ve şükreden lisanları kitaptan okuduğumuz hakikatleri teyit ve tasdik ediyor gibiydi. Bütün kâinat ve mevcudat kendi dilleriyle dua ve niyaz ederken tesislerin yemekhane tavanındaki toprak yuvasında kırlangıcın zayıf, kanatsız ve aciz yavrusu annesinin sıcak, şefkatli kanatları altında, zikirle çarpan kalbine, nefesiyle ritim tutuyor.  Yol boyunca nur hizmetleri, hakikatleri, hatıraları konuşuluyor. 28 Ocak 1948 de soğuk bir kış gününde Bediüzzaman Emirdağ’dan Afyonkarahisar hapishanesine getiriliyor. Üstadı mahkûm eden zihniyet mensuplarının suratı mahkeme duvarından daha soğuk, cezaevi şartları dışarıdaki soğuktan daha şiddetli. Bediüzzaman, bütün olumsuzluklar, baskılar, zulümler karşısında sabır, tevekkül ve teslimiyet içersinde sadece Allah’a dayanarak iman ve Kur’an hizmetinin temellerini atıyor.

Yol arkadaşım Cemal Hoca anlatıyor: “Afyon Cezaevinde Üstad, “Haşim Hocayı bana çağırın!” dediğinde babam, cinayetten hapse girmiş, okuryazar olmayan, uzun boylu, heybetli, genç, yağız bir delikanlıdır. Cesur, atik yapılı görünüşü ve zekâsı onu hapishane çavuşu, mahkûmların sorumlusu yapmış.  Bu çağrı üzerine mahkûm ve âmi babamın gelip Üstadın elini öpmesiyle hayatı değişmiş. Onun “Hoca” olması için Üstadın cezaevinde kaldığı 20 ay yetmiş. Cinayetten mahkûm olarak girdiği Afyon Hapsinden meşhur “Haşim Hoca” olarak çıkmış. Ceza aldığı müddet kadar, 30 yıl imam-hatiplik yapmış. Onun mahdumu olarak ben ve torunu Haşim’de imam-hatiplik silsilesi; Üstadın bir kerameti ve himmeti olarak devam ediyor.”

Yolculuk boyunca Cemal Demirkuş, babasından naklen Bediüzzaman’dan hatıralar anlattı. Ayrıca Afyon hapsi hatıraları ve babasının Bediüzzaman’ı tıraş ettiği ustura ve tıraş takımı, havlusu, sarığı gibi hatıralarını da itinayla koruduğunu ifade etti.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*