Başkalarının imanına kuvvet vermek

Sâir ehl-i dine karşı da sorumlulukları bulunan Nur talebelerinin yüklendikleri vazifelerinin ciddiyetini ve ağırlığını izaha gerek var mı bilemiyorum.

Bir gemide yolcu değil, kaptan iseniz; şiddetli bir muharebe meydanında sivil değil, asker iseniz; camide cemaat değil, imam konumunda iseniz, işinizin önemi ve ciddiyeti bellidir.

 

Herkesin gözü üzerinizde ise; bir çok insan size bakıp sizi taklit ediyor ise; sizi nümune-i imtisâl bilip, rehber kabul etmiş ise, size bakıp yön tayininde bulunuyorsa; sizin işgal ettiğiniz bu mevki ve konumu göz önünde bulundurarak kılı kırk yarmanız icab eder.
Şahsınızdan öteye herkes sizi ‘Bediüzzaman’ın talebesi’ diye biliyorsa, ‘nurcu’ diye tavsif ediyorsa ve nurculuğun kamu nezdindeki tanımı ve tarifi—kısaca—’dînî yaşantısında mükemmel insan’ olarak biliniyorsa; herhalde insanların bu hüsn-ü zannı çerçevesinde hareket etmenin gayreti içinde bulunursunuz.
Görülüyor ki, Nur talebesi olmak beraberinde bazı sorumlulukları, bazı yükümlülükleri getiriyor.
Bediüzzaman’ın; “Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil; belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da, hizmete ciddî devam ile olur.” (Kastamonu Lâhikası, s. 154) ifadelerine baktığımızda, bu söylenenlerin bir temenni, bir tavsiyeden ziyade, nur talebeleri için bir mecburiyet, bir mükellefiyet olduğu görülüyor.
Bu meyanda “Ehl-i dinin imanına, inancına güç vermek, imanlarının kurtulmasına yardımcı olmak nasıl, ne şekilde olur?” sualine Üstadın verdiği cevabın; “hizmet ciddî devam ile olur” tespitini de iyi okumak gerekir. Hizmete ciddî devamdan da yalnız derslere, sohbetlere katılmaktan öteye, neşr-i hakaik-i imaniye çerçevesinde üzerimize düşen vazife ve sorumlulukların bitamamiha yerine getirilmesi olarak anlaşılması lâzım.
Ayrıca başkalarının imanına, dînî yaşantısına yardımcı olmanın en etkili, en kalıcı metodu, lisan-ı kalden ziyade lisan-ı hâl ile, yani hâl ve davranışlarımızla örnek bir mü’min olmanın gayreti içinde olmaktır. Yani gözleri üzerimizde olan, bize bakan insanlar dinimizin güzelliklerini üzerimizde görmeli ve bu vesile ile dinî ve dinî değerleri sevebilmeli ve benimseyebilmeli.
Ayrıca sâir ehl-i dine karşı sorumluluklar yönünden fert bazındaki mükellefiyetlerin yanında, cemaatin bütünlüğü bakımından da bazı vazife ve yükümlülüklerin bulunduğunu unutmamak gerekir. Bediüzzaman’ın; “Zaman cemaat zamanıdır” tespitinden hareketle, cemaatin uhuvvet ve ihlâs düsturları çerçevesinde, birlik ve beraberlik içinde, dinî hizmetlere ara vermeden devam etmesi, sair ehl-i dinin kuvve-i maneviyesine bir güç kaynağı ve istinat noktası olması bakımından önemli ve öncelikli bir vazifedir.
Bediüzzaman’ın bu meyandaki tavsiyelerine kulak verelim: “Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin katî buldukları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i İmân için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, ‘Bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz’ diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.” (Şuâlar, s. 284)
Görülüyor ki bilhassa avam-ı ehl-i imanın inancını, itikadını yitirmemesi, cazibedar ehl-i dünyanın sefahatlarına kanılmaması noktasında Nur talebelerine çok büyük vazife ve sorumluluklar düşüyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*