Başörtüsünü taşıyamayan demokrasi

0087

KEMALİST İDEOLOJİ GÜYA BENİ CEZALANDIRDI

Yıl, 1995. Yer, Harran Üniversitesi, Rektörlük binası, Mavi Salon. Tarih 8 Mart, ‘Dünya Kadınlar Günü”.

Rektörün talimatıyla, üniversite camiasına, 8 Mart günü bir konuşma yapmam istendi. Ben, başörtümle, kürsüye çıkarak, öğrenci ve akademisyen gruba sair dinler ile İslâm dinindeki kadının yeri ile ilgili bir konuşma yaptım. Konuşmamın muhtevası ile hâl, tavır ve bulunduğum konumun örtüşmesi, İslâm’ın kadına hak ettiği değeri verdiğinin bir ispatı niteliğinde idi.

Fakat, o zamandan bu zamana o kadar çok şey değişti ki, yine bir 8 Mart günü ve ben yine bir şeyler yazıyor ve konuşuyorum. Yine tesettürümle, değerlerimden tavizsiz bir duruşla. Fakat, tek fark, artık doktora öğrencisi ve bir akademisyen değilim. Çünkü Kemalist ideoloji güya beni cezalandırdı. Sen hem üniversitede hoca olacaksın, hem de medeniyetin çağdaş kadınları gibi olmayacaksın!

Bir tercih yapmak için zorlandım. Şükür ki, doğru tercihi yaptım. Zirâ dini rüşvet vererek, menhus parayı ve makamı tercih etmediğime inanmaktayım. Fakat bir hak mağduru olarak 8 Mart gününde ve 28 Şubat’ın küllerinin deşelendiği bu süreçte, aslında daha güçlü olarak, akademisyen değil, fakat yazar kimliği ile konuşmaktayım.

Kendimi, hak arayan ve bunun için her türlü değerlerini rüşvet veren, nefislerinin kölesi hâline getirilmiş güya daha özgür olan kadınlardan daha özgür ve daha şerefli hissetmekteyim. Ben de bir hak arayışındayım, fakat, tavizsiz ve gerçekten özgür olarak.

KADIN, FITRAT AYARLARINA DÖNMELİDİR

Sanayi devrimi sürecinde çağdaşlık adına kadın, haksız ve gereksiz bir şekilde yuvasından çıkarılmıştır. Medeniyet, yuvasından çıkarılan kadının bir çok değerlerinden de çıkmasını istemiş, çalışma hayatının içerisinde onu tesettürlü ve nezaketli görmek istememiştir.

Bu yüzden, her türlü işte çalışma gibi bir algıyı, eşitlik kılıfı ile sunmuş ve kadının kadınlığa mahsus letafetini, nezaketini erkekleştirerek bozmaya çalışmıştır.

Erkeklerin zevkleri uğruna mebzul bir metâ haline getirilen medeniyetin kadınları, bu girdiği çukurdan çıkmak için ise, hak arayışları adına, eşitlik adına, erkeksiz veya nikâhsız beraberlikleri savunur olup, ahlâkî değerlerden de yoksullaştırılmıştır.

Medeniyetin kadınları, hürriyet-i nisvan perdesi altında fıtrî özelliklere bile müdahale edip, hayvancasına bir özgürlük felsefesiyle, ciddî anlamda toplumu tahrip etmiş, yuvaları yıkmış ve gayr-i meşrû çocuklar dünyaya getirmiştir.

Kadının hak arayışı, İslâm’ın onlara verdiği değerleri tekrar kazanmak noktasında olmalıdır.

Elbette kadın, ifratlar ve tefritlerin arasında olmadan sosyal hayatta hak ettiği fıtrî hallerini, değerlerini muhafaza ederek bulunmalıdır. Ne medeniyetin kadınları gibi sokaklara dökülüp ‘mebzul metâ’ haline gelmeli; ne de kadın fitnedir diyerek, evlere kapatılıp, zulmedilmelidir.

Kadın hakları savunulacaksa, kadının fıtrî hallerinin bozulmaması, Yaratıcının ta doğuştan verdiği hakları kazanmaya, almaya dönük bir arayış olmalıdır. Yani Kur’ân ve Sünnete göre kadının yeri en güzel şekilde fıtrat programına göre belirlenmiştir. Hak arayacaksa kadınlar, bu nokta-i nazardan hareketle hak arayışına girmelidir.

Erkeklerle eşitlik iddiası aslında fıtrattan bir sapma ve kadının kendi cinsine yapığı en büyük kötülük olsa gerektir. Medeniyetin kadınlarının hak arayışları maalesef kadına değil erkeğe yaramaktadır. Üstelik bu tür yanlış hak arayışları (sadece bu mesele ile ilgili değil) hepsinin temelinde ciddî bir ahiret algısının olmaması gösterilebilir. Bu dünyanın imtihan yeri olduğu hakikatinin unutulması ve Mahkeme-i Kübra’nın varlığına olan imanın zayıf olması, yanlış hak arayışlarına da sebep olmakta, hak haksızlıkta sarf edilip, başkalarına yaramaktadır.

Elbette ahiret inancı insanın bu dünyadaki hak arayışını bırakması anlamına gelmez. Fakat ahiret inancının sağlam olması, bu dünyadaki hak arayışının dahi Kur’ânî ve fıtrî olmasını netice verip, ifrat ve tefritlerden uzak bir haksızlığa ve zulme karşı, haklı bir direnişi netice verecektir.

Hâsılı, kadın bir hak arayacaksa—ki bunu yapmaları gerekir—bu hak arayışı, İslâm’ın onlara verdiği değeri tekrar kazanmak noktasında olmalıdır. Aksi durumlardaki hak arayışları, kadını daha da sefahate atmakta, fıtratından uzaklaştırıp, erkeklerin modern köleleri olmalarına sebep olacaktır.

Medeniyetin kadınları, kadınlar özgürleştikçe toplumun da özgürleşeceğini savunmuşlardır. Hatta cumhuriyetin ilk yıllarında Kemalist ideolojinin ilk yaptığı icraatlardan birisi de kadınların başlarını açtırmak olmuştur. Müslüman kadın, aslında daha o zamanlardan itibaren zındık komitelerinin hedefi hâline getirilmeye başlanmış, özgürleştirilirken (!) nefislerinin ve erkeklerinin zevklerinin kölesi hâline getirilmiştir. Yuvasındaki eşinin özeli olması gerekirken, sokaklardaki pek çok erkeğin metası hâline gelmiştir.

Son dönemlerdeki tesettür müdahalelerinin altında da bu zındık fikirler vardır. Zira bir toplumu bozmanın en kolay yolu, aileyi ve aile içindeki kadını bozmaktır. Bunun için de kadını özgürleştirerek (!) hak mücadelesi vs. adıyla yuvasından ve tesettüründen çıkartılarak yapılmaktadır.

Evet, sefahetin kucağına yuvarlanan kadın, daha fazla mutlu olmak, huzur bulmak, özgür olmak niyetindedir. Fakat şu bir gerçektir ki, dalâlet ve sefahatteki lezzet lezzet değildir.

O halde, kadınların mutluluk ve hak mücadelesinde ulaşması gereken doğru adres, ancak din-i haktır. Nitekim Bediüzzaman, bu meseleyi, şu veciz ifadesiyle, şöyle tesbit etmiştir: “Kadınların saadet-i uhrevîyesi gibi saadet-i dünyevîyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtarmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmîyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur.” (24. Lem’a)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*