Batıda iftar

Batıdaki iftarların doğudaki iftarlara hiç benzemeyeceğini elbette biliyorsunuz. Doğudaki iftar; sevincin zirvede yakalandığı bir demdir. Yalnızca simaların değil; göz bebeklerinin gönüllerin beşuşiyetinde yıkandığı ve cesetle birlikte ruhun da tebessüme durduğu andır. Tasviri gayet müşkil bu an-ı seyyaleyi anlamak ancak yaşamakla mümkün olabilir. Mekân olarak dünyanın kalbi olan Mekke-i Mükerreme ile sevgililer sevgilisinin yurdu Medinetü´n Nebiyi doğu iftarlarından ayırmak istiyorum.

 

Bu kudsi mekânların nuruyla yıkanan Şam-ı Şerif, İstanbul, Kahire, İslâmabad, Jakarta ve Kuala Lumpur´daki iftarların mânasını o kudsî anları yaşanlara sormak gerekiyor. Bunların içinde en hüzlüsü de, yetmiş-seksen seneden beri “İslâmî kültürü“ bombalanan İstanbul olsa gerek. İstanbul´daki hüzünlerden kutulup iftar sevincinin bâlâsına tırmanmak isteyenler; yarım saat önce Eyüb Sultana teşrif buyururlarsa, cennetten bir kesiti yakalamış olurlar.

Batıdaki iftarlara gelince… Yakın zamanlara kadar buradaki gayr-ı müslimler iftar kelimesini telaffuz edemiyorlardı. Müslümanların yapmaya çalıştığı hiçbir tercüme mânayı veremeyince, iftar kelimesi Anadolulu giysisiyle sahneye çıktı. Önceleri Mehmet iftar sevincini Hans’la işyerinde baylaşmak istemiş. Başka bir kültürün mutfağından çıkan nevalesini ortaya sermiş. İftar yakınlığı dildeki tad ve damaktaki lezzetle başlamış. Ferdî kalmış bu paylaşmalar. O zamanlar fabrikaların bantları imsak ile yürümeye başlar, iftar topu ile dururmuş Almanya´da. Tedirginliğin diz boyu ve ecnebîliğin gayet derin olduğu bu zamanlarda henüz Müslümanlar cemaatleşemediklerinden, iftar sevinçlerinden kamuoyunun haberi yokmuş. Hıristiyanlarla diyaloğa girdiğimiz o zamanlarda tekrarlanan bir cümle vardı: “Lütfen sizi tanıyabilmemiz ve ecnebiliğimizi giderebilmemiz için bize zaman veriniz.”

Kırk sene az zaman değildi. Şehir merkezindeki ilk kubbeli ve minareli caminin yükselmesi için tam çeyrek asır lazımdı. Sonra her şehir kubbeli ve minareli bir caminin peşine düştü. Sonra… Sonra da Müslümanlar kapılarını Hıristiyan komşularına sonuna kadar açtılar. Önce bayram dediler, sonra Ramazan… Derken her şehirde Ramazan iftarları gelenekleşti. Şehrin idarecileri, eyaletlerin seçilmiş vekilleri, terbiyecileri, kilise temsilcileri, doktorlar, işadamları ve avukatlar bu davetlere iştirak etmeye başladılar. Tedirgin adım ve endişeli bakışlarla başlayan bu beraberlikler, Batı şehirlerinin Ramazanlarının birer parçası halinde geldi. Bu sofralarda diyaloglar kuvvetlenip işbirliklerine dönüştü. Meseleler buralarda konuşulup tartışılmaya başlandı. Ön yargıların ve düşmanlıkların tebessümler arasında eridiği bu toplantılar fikir erbabı, politikacı ve ehl-i kitap dindarları için fikrî bir dolaşıma vesîle oldu.

George W. Bush isteksiz olduğu halde Beyaz Saray´daki iftara katılmak zorunda kalmıştı. Zira Clinton´un başlattığı bu güzel hareket toplumda kabul görmüştü. Elysee´de başlayan iftar, Fransa kültürünün bir parçası olmaya namzetti… Asimilasyon çölünde kaybolmakta olan beş milyon Kuzey Afrikalı Elysee´deki iftarı pusula edindiler ve kaybettiklerinin peşine düştüler. Almanya ne okyanus ötesine, ne de diğer AB ülkelerine benzemiyor iftarlarda. Köylerine varıncaya kadar geleneklesen iftarları, o beldedeki Müslümanlar bayram havası içinde düzenliyorlar. Nerede ise mescitsiz köyün kalmadığı bu diyarda denilebilir ki, iftarsız cemaate de rastlamak artık zor.

Doğu ile Batının kaynaştığı iftar sofralarının peşi sıra oluşan “iyi münasebetler” kültürler arası köprüleri oluşturuyor. Aynı Allah’a inanan insanların ortaya getirdiği yeni kültüre maalesef birçoğumuz henüz yabancıyız. İnsanî değerlerin, sevginin, çevrenin, barışın, paylaşmanın, şeffaflığın, hakperestlik ve hürriyetin aslî unsurları olduğu bu yeni kültürü bu toıplumda tanımak veya yaygınlaştırmak o kadar da kolay olmuyor.

Batıdaki iftarlar soğuk mevsimlerden sıcak mevsimlere kayarken, Rabbimizin bize hediyesi olan en kısa günlerde elimizden çıkacak. Belki de dünya Müslümanlarının en kısa orucunu biz tutarken; Sydney, Melbourne ve Capstet gibi Batılı diğer merkezlerdeki kardeşlerimiz yerimize mevsimin en sıcak oruçlarını tutuyorlar.

Batıdaki genel iftarlar içinde, Gonca Gençliğin Ahlen´de organize ettiği iftar bazı hususiyetleri iftiva ettiğinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Yunus Emre´yi ilk olarak Boşnakçada duyduğumda çok hislenmiştim. Fakat bizim küçük kızlar korosunun Anne Maria Schimmel´in tercümelerini bestelediklerinden hiç haberim yoktu. Alman asıllı dinleyiciler kadar ben de şaşırdım ve sevindim. Ahlen´in en geniş salonunda organizesi mükemmel bir ortamda beş yüz kişiye iftar açtırmak orjinaldi. Hele ilerlemiş yaşına ve bozulmuş sıhhatine rağmen davete katılan Salim Abdullah’ın “Nurculuk hareketi ve Said Nursî” isimli konuşması merasime bir başka boyut kazandırdı. Yukardaki orijinallikler kadar bir başka kesit de papazların konuşmalarını Kur´an ayetleriyle başlayıp yine ayetlerle bitirmesiydi. Barış, sevgi, paylaşım ve tüm insanî değerler için semavi dinlerin temsilcileri adeta bir ittifak kurdular sahnedeki konuşmalarıyla.

Sakın şu orijinalliklere kanıp İslam dünyasındaki iftarların güzelliklerini unutmayalım, diyorum. Asıl iftarların Doğuda olduğunu hepimiz biliyoruz. Buradaki maksadımız Batının Doğuya açıldığını haber vermekte. Yani Batıdan sonra yine Doğu geliyor. Tüm doğumların mebde ve merkadi olan Doğudaki kardeşlerimizin manevi yardımlarını dilemek için Batıdaki iftarları arz etmek istedik.

Not: Kıymetli ağabeyimiz Mevlüt Polat’ın kızı Esra Yavuz’un elîm bir kazada Hakka yürüdüğünü duyduk. Şehideye mağfiret, Mevlüt Polat ailesiyle Vahit Yavuz ailesine sabr-ı cemil diliyoruz. Yaralı eşi ve biricik yavrusuna âcil şifalar…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*