Bayram ve secde

“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların bir çoğu Allah’a secde ediyor; bir çoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar” (Hac Sûresi 17. âyet)

Iyd el-Adha veya Iyd el-Kebîr de denilen bir Kurban Bayramı daha geçti. Rabbim tekrarını nasip etsin. Bayramlarda olan huzur ve saadet, bolluk ve bereket bütün âleme yayılsın.

Modern çağın icâdı olan “Önce nefis” sloganı üzerine kurulu bir yaşantı yüzünden, insan kendinden başkasını göremez oldu artık. Maddiyata dayalı olan “Önce kendini seveceksin; parayı kendine harcayacaksın; karşılıksız vermeyecek ve sevmeyeceksin” öğretisi, toplum hayatını zehirlemektedir. Milletleri yok eden bu hastalıktan kurtulmak için, Müslümanlar dinî bayramlara büyük önem vermelidirler. Çünkü, dinî bayramlar insanı zayıf ve alçak olan “Ene” (Ben)den çıkarıp, kuvvetli ve ulvî olan “Nahnu”ya (Biz) yükseltir.

Bayramlar insanlar arasındaki sınıf farkını da ortadan kaldırır. Allah’a olan kulluğun ilânı olan bayramlarda, Kürt-Türk, Arap-Acem, Laz- Gürcü âdeta tek vücut olurlar. Farklı kültür ve eğitimden gelen fertler biraraya gelerek, yiyip-içip eğlenirler. Senelerce göz nuru dökülerek elde edinilen diplomalar ve bu diplomaların sağladığı mevkî değil, en büyük değer olan insanlık ve kulluk öne çıkar bayramlarda.

Akrabalardan uzak gurbette yaşayan insanlar, eş-dost ve komşularında ararlar “anne-baba-kardeş” sevgi ve sıcaklığını. Bazen daha da sıcak olur dostların sevgisi. Gurbetteki dost öyle bir bağrına basar ki seni, yüreğinde güller açar bu sıkı sarılmadan. Gurbetteki dost seni görünce, mutluluktan gözleri ışıl ışıl olur. O gözlerdeki ışık, senin hasta gözlerine Nur olur derman olur.

İşte bu vasıflardaki değerli dostlarımızla beraber Kuveyt’te güzel bir bayram daha geçirdik hamd olsun. Bayramın birinci günü sahilde kahvaltı yaptık. Üçüncü günü ise kurban kavurması yedik. Biz büyükler ve çocuklar çok çok eğlendik bu bayramda. Hele çocuklar. Küçük yavrular mutluluktan uçuyorlardı sanki! Büyüklerin onlar için hazırlamış oldukları bilgi yarışmasından ve sportif aktivitelerden o kadar hoşnut oldular ki; lisân-ı halleriyle bayramın bitmesini istemediklerini söylüyorlardı.

Buraya kadar yazdıklarım, asıl yazmak istediğim şeye bir mukaddime olsun istedim. Bayramda yiyip içtiğimizden, eğlendiğimizden değil de, beni çok etkileyen bir şeyden bahsetmek istiyorum sizlere.

Bayramın üçüncü günü idi. 20 ailelik büyük bir grup olarak sahil kenarındaki yeşil alana gittik. İkindi vakti girer girmez, kısa boylu bir adam bizim oturduğumuz çimenlerin orta yerinde durup, birden ezan okumaya başladı. Kimseden korkmayan bir sultan edâsında elini kulağına götürüp “Allahuekber.. Allahuekber… Allahuekber” diye ezan okuyan bu adamı görünce, kendi kendime, “Kim bu adam? Ne iş yapar? Bizim arkadaşlardan birine hiç benzemiyor? Güzel bir sesi olan bu adam acaba hangi milletten? Arap mı? Hintli mi? Bangladeşli mi?” diye fısıldamaya başladım. Sonra, “Aman canım ne önemi var milliyetinin, mesleğinin. İnsan değil mi? Mü’min değil mi? İşte o yeter.” dedim.

Meğer, vakit girer girmez ezan okumaya başlayan bu adam seyyar su satıcısıymış.

Allah katındaki en hayırlı amelin vaktinde kılınan namaz olduğunu bilen su satıcısı “Burada bulunan insanlar ezan okumamı nasıl karşılarlar? Acaba, boyuma-posuma, kılık-kıyafetime bakıp beni hor görürler mi?” demeden, yiyip-içmekle meşgul olan insanları bu nimetleri verene şükretmeye çağırıyordu. Şükrün en doruk noktası ise namaz idi.

Masmavi bir gök kubbenin altında ve yemyeşil çimenler üstünde kılınacak olan namaza çağrı sesini duyan arkadaşlarımız; profesör, doktor, mühendis, öğretmen, hoca, ve iş adamı olduklarına aldırmadan su satıcısının ardında saf durdular.

Biliyorlardı ki; asıl mertebe ve mevki, sahip oldukları diplomalarla kazandıkları mertebe değildi. Asıl mertebe, ihlâs ile yapılan kullukla kazanılan mertebe idi.

Biliyorlardı ki; “secde ve rukû” demek, kulluk demekti. Kulluk ise ancak âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’a yapılırdı.

Biliyorlardı ki; insan ancak Allah’a kul olunca insan olabiyor; sonra da kâinata sultan olabiliyordu.

Bu konuda Üstad Bediüzzaman çok vecîz sözler söylemiş; son sözü ona bırakalım.

“Îmân, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazîfe-i asliyesi (asıl vazîfesi) îmân ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder. Îmân hem nûrdur, hem kuvvettir. Evet, hakîkî îmânı elde eden adam, kâinâta meydan okuyabilir ve îmânın kuvvetine göre hâdisâtın tazyîkatından (hâdiselerin sıkıntılarından) kurtulabilir.”

 

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*