Bazı şifrelerin deşifresi

Birkısım mahrem meseleler vardır ki, onlar ancak şifrelerle ifâde edilebilir, onları da ancak zeki insanlar anlar. Onun için (El ârif-ü yekfih’il işâre) yani, “işareti ancak ârif olanlar anlar” denilmiştir.
Bunların bilinmesi, bazı idârî mesuliyet taşıyanların ve bilhassa despotik idârelerin işine gelmez. Fakat bazen bilinmesi, icâbında bir millet ve memleket için hayatiyet arzeder. Bazen de bilinmemesi gerekebilir ve hatta ifşa edilmesi suç dahi teşkil edebilir. O halde, bilinmesi gerekenlerin ehiller tarafından bilinmesi lazımdır. Mesela; Aile ve devlet sırları da genelde böyledir.

Bir zamanlar SSCB’de konuşmak da, konuşmama da suçmuş. Hatta bazı rüyaları görmek bile suç addedilebliyormuş. Buna misal olan bir hatıramı nakletmek istiyorum.

Komünizmin yıkıldığı 90’ lı yıllarda idi. Rusya’dan gelen bir turist, 1940 lı yıllarda yaşanmış şu olayı anlatmıştı: “Bir komşumuz vardı. Bir gece rüyasında Stalin’in köpeğini ölmüş görmüş ve ertesi gün de bu rüyasını bizlere kahvehanede anlatmıştı. Bunu nasıl oldu ise politbüro duymuş ve bir hafta içinde gelip adamın evini ocağını yıkıp tar u mar ettiler, hatta kedi ve köpeğini dahi bulup öldürdüler ve çoluk çocuğunu da alıp götürdüler. Biz daha o gün bugün o âileden haber alamıyoruz. Devlet millet meselelerini konuşmaktan insanların ödü kopuyordu halbuki memleket millet hepimizindi.”

Onun için “kim ki ahvâle ederse tariz sürülür ağzına bal, susturulur,/ Yine durmaz ederse ısrar, dürülür defteri kan kusturulur” demişler.

Demek bu gibi sebeplerden dolayı sembollerle konuşma mecburiyeti var ve hatta o bile hukukun olmadığı müstebit idârelerde çare değildir.

Sakıncalı rüyalardan söz etmişken, 1952 yılında Isparta’da yaşanan bir olayı nakledeyim. Üstad’ın talebelerinden biri olan Mahmut Çalışkan bir Çarşamba gecesi şöyle bir rüya görür: “l952 yılında çok acaip bir rüya görmüştüm. Rüyamda Stalin, Üstadın oturduğu evin dış kapısından içeri girmek istiyordu. Ben, Ceylân ve Zübeyir Ağabeyler, üçümüz kapının arkasında, bu herifi içeri sokmamak için uğraşıyorduk. Sonra nasıl olduysa, gücümüz kâfi gelmemişti. Stalin bizi iterek, dış kapıdan içeri girdi. Bu sırada Üstad elinde bir keserle merdivenden aşağıya iniyordu. Biz endişe içindeydik. Stalin’le Üstad aşağı merdiven sahanlığında karşılaşmışlardı. Stalin, yukarıya Üstadın oturduğu mevkiye gitmek istiyor, Üstad onu bırakmıyordu. Tam bu sırada Üstad elindeki keserle Stalin’in kafasına vurmaya başlamıştı. Stalin içeriye giremeden, orada düşüp geberdi. Ben heyecanla rüyadan uyandım. Ertesi günü bu rüyayı Zübeyir Ağabeye anlattım. O da Üstada anlatmış, Üstadımız beni çağırtmıştı. Zübeyir Ağabey gelerek, ‘Kardaşım, gel, Üstad seni istiyor’ dedi. Beraber Üstada gittik. Üstad, ‘Gel Mahmud kardaşım, gel, nasıl gördün rüyayı, anlat!’ dedi. Ben gördüğüm gibi anlattım. Üstad hayretle ‘Fesubhanallah!’ dedi. Sonra rüyayı yorumladı: ‘Bu, Risale-i Nur’un ve İslâmiyetin komünizme galip gelmesidir. İnşaallah muvaffak olacağız.’ Üstad, Zübeyir Ağabeye, ‘Bu rüyayı kaleme alın. Bütün kardeşlere dağıtın’ dedi. Sonra bu rüya lâhika olarak dağıtıldı. Rüyayı gördüğüm gece Stalin beyin kanamasından gebermişti. Ölümünü on-on beş gün kadar gizlemişlerdi. Gazetelerden okuduğum kadarıyla, herifin ölüm günü ile rüyam aynı gün cereyan etmişti… Bizim rüyayı yazan lâhika mektubu çeşitli yerlere gidince emniyetin eline geçmişti. Beni jandarma karakoluna çağırdılar. Gidince, ‘Gel bakalım, senin ifadeni alacağız. Sen bir rüya görmüşsün. Anlat bakalım’ dediler. Soruyu soran başçavuşa aynen anlattım. Daha sonra beni serbest bıraktılar.” Son Şahitler, Cilt 2.

Yine Üstad Bediüzzaman, Emirdağ Lahikasında istikbâle ait bazı şifreler verir. Şöyle ki; 1926 yılında, “Büyük dàirede onlar gibi dehşetli cemaatler siyaset-i İslamiyeye darbe vuracaklarından 12 ,13 ,14 ve 16 tarihlerinde tokatlar yiyecekleri ihtar edildi” diye yazarak önemli olaylara dikkat çeker. İlk üçü olduğu gibi vuku bulur. Meselâ o tarihten 12 sene sonra küçüģü, ondan 13 sene sonra büyüğü hem de tek parti sisteminin çöküp demokretların iktidarı ve yine peşinden 14 sene sonrada cuntacılardan iktidârı Adâlet Partisinin (demokratların) tekrar devralması ile de bu dehşetli şahıs ve cemaatlar tokatlarını yemişler ve verilen haberler tek tek tahakkuk etmiştir.

Ancak 16 sene sonrası, 1980 ihtilâline tekàbül edip aksine bir durumun söz konusu olması ise; şartlara riayet edilmediģi için aleyhe dönmüştür. Bediüzzaman’ın 16. Lem’ada ifâde ettiğine göre, camilere bid’atların girmesi sebebiyle, duâlar kabul olmadığı gibi, bazı Nur Talebelerinin dahi münafık ihtilalcilere aldanmaları, gadab-ı İlahiyi celbedip o ferec gerçekleşmemiş ve fütuhat olmamıştır.

Bir de Üstad Asayı Musâ ve 11. Şuâ’nın 11 mertebesinde Felâk Sûresi’nin tefsirinde bu meseleyi 1951 de yazdığı halde, oradaki ebcedi hesapla ondan 20 sene sonrasına dikkat çekerek, “Eğer şimdiye kadar ekilen dinsizlik tohumları islâh edilmezse bundan 20 sene sonra (1971) vuracakları tokat dehşetli olacaktır” der.
Ben bu bahsi daha önce 1970’de okuyup bu nasıl bir tefsir deyip merakla bekleyenlerdenim ve bunun işâri bir tefsir olduğunu da o vesileyle öğrenmiştim. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in on vücuhu icazından biri de (ihbârıbilgayb) yani gaybı bildirmesidir. O da ancak edced ve cifirle olur. Bu hesaba karşı çıkanların ise hesapları başka olup, bu deşifreler işlerine gelmemektedir. Ebced ve cifir ilmi de hakikat ilminden bir ilimdir. Çünkü Hz. Ali, Zeynel Âbidin, Abdülkâdir Geylàni, İmâm-ı Gazzâli ve mütebahhir ulema ebcedi bir ilim olarak kabul edip kullanmışlardır. Birçok esrârı da bu şekilde keşfetmişler.

Cenâb-ı Hak “Bilmediğinizi meslek erbâbına sorun” buyuruyor. Meselâ; yaşı tutanlar 1971’i hatırlasınlar. O yıl anarşi hortlatıldı. O bahane ile ordu ihtilâl hazırlığı yaparken durumdan haberdar olan Bekir Berk, Yeni Asya Gazetesi’nde “Zafer bizimdir” başlığını attırıp ihtilâlcilere “Siz Moskofun maşası mı, yoksa Türk milletinin paşası mısınız?” diye soru sorup deşifre edince, Genel Kurmay Başkanı Faruk Gürler İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’ü arayıp “derhal o gazeteyi kapat” der. Fâik Türün askerce bir cevapla, “gazetenin yazdığı doğrudur ben kimseye sırtımdan kabadayılık yaptırtmam yüreğin yetiyorsa sen kapat” deyip resmen bunun bir ihanet olduğunu ifàde etmiş, böylece bu dehşetli tokat engellenerek bir muhtıra ile geçiştirilmek mecburtiyetinde kalınmıştı.

Demek bazı deşifreler çok önemli olup öyle çok büyük felâketleri de def edebilirmiş. Bediüzzaman’ın “Şimdiye kadar ekilen dinsizlik tohumları eğer ıslâh olmazsa vuracakları tokatları dehşetli olacaktır” sözü iyi anlaşılmış ki, ıslâh edilmiş.

“Gaybı ancak Allah bilir.” (Ali İmran 7) âyetini bilmezden ve anlamazdan gelerek yarısının tercümesini verip yarısına kör olmak tam bir nankörlük değilse nedir? Çünkü Cenâb-ı Hak devamında “Allah’ın bildirdikleri müstesnadır” buyurmaktadır.

Şimdi o şifrelerin deşifrelerini sorsak bu vakıaları hangi feraset, basiret ve dirâyetle ifâde ve ısbat edebilirler? Acaba lütfedip irşat ederler mi? Nasıl olsa onların mesleği “Tenkisi gayr ile izharı meziyet etmek” gibi ucuz kahramanlıktır.” (Başkasını küçülterek kendi meziyetini ortaya çıkarmak) .

Bazı kerameti kendinden menkul hocalar, ulema-i muhakikîn hakkında ileri geri konuşmaktalar. Zira bu hocaların zâlimlere gıkları çıkmazken, masum din âlimlerine saldırıp o şifreleri açıklayanlara “Efendim bu şirktir, gaybı ancak Allah bilir” diye sanki bir hamaset ve sadâkat taslarken milleti aldatmak için altın kupa içinde zehir sunmaktadırlar. Cenâb-ı Allah’ın “istediğine gaybı bildireceğini” açık beyanına karşı bunu inkâr etmelerinin dinî hükmünü ben söylemek istemiyorum.

Bediüzzaman’ın bu şifrelerini anlamak istemeyenlerin gözüne “Kehf” Sûresi’ndeki Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın kıssasını sokarız. Zira Kehf Sûresi, 54 ve 60. âyetten 80. âyetlere baksınlar. Hz. Hızır’ın üstelik Hz. Musâ gibi ul-ülazm bir peygambere gaybî meseleleri nasıl anlattığını görsünler. Yâni Allah’ın bildirdiğini ve bildireceğini Hz. Musa kabul ediyor, Efendimiz (asm) kabul ediyor. Cenàb-ı Allah (cc) zaten vadediyor, bunlar reddediyor. Bunun ne anlama geldiğini aklı seliminize havâle ediyorum.

Bir de başka sûreler olan Enam 125, Allah’ın dilediğini doğru yola iletmesi ve Bakara 282’de olduğu gibi, yine birçok yerlerde işâret ve beşaretler vardır. Böylece itikatsızlıklarının faturasını eğer nasipleri varsa orada görebilirler. Yoksa, “Hidâyet Senden olmazsa dirayet neylesin Ya Rab, Arapca bilse de Ebucehil’e àyet neylesin Ya Rab” demek mecburiyetindeyim.

Hüccetül İslâm İmâmı Gazzâli (ra) gibi bir zâtın “Doğru çıkan bir haberin butlanına gidilmez “ veya Bediüzzaman’ın “Mütekellim her fehme gelen manadan mesul olmaz” olan merdâne sözlerimi lâzım? Batıl metodla doğru neticeye gidilmez, asalet sahibi garaza vasıta olamaz ve güzel gören güzel düşünür.

Bediüzzaman’ın dediği gibi, ”il- min istibdadı dahi böyledir. İstibdadı ilmi istibdâdı siyasinin veledi nâmeşrûdur.”

Şemsettin Çakır

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*