Bedduânın duâya dönüşmesi adına

Cennet yurdumuzdaki son gelişmelere biraz da başka açıdan bakalım. Unutulanı, göz ardı edileni, gözden kaçanı, ya da kaçırılanı hatırlayalım.

Avusturya’dan, Avusturya köşesinden objektif bir dürbünle bakarak, zoomlayarak, ayrıntılarda saklananı görerek, göstermeye çalışalım; hakkaniyet çerçevesinde, mü’min gözüyle, Müslüman gözüyle, hür ve demokrat bir insan gözüyle..

Siyasî hesaplaşmaları, operasyonları sahiplerine ve sevdalılarına havale ederek, sadece şu gündemden düşmeyen “bedduâ ve duâ” meselesine doğru bir zaviyeden bakalım. Kendi mecrasından ve mânâsından ne kadar uzaklaştırıldığını görmeye çalışalım.

“Duânın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki:

“Duâ eden adam bilir ki, Birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. O’nun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zat var, ona bakar, ünsiyet verir.” (24. Mektup’tan)
***
Aslında bir mü’min bedduâya maruz kalınca, hemen Allah’a sığınmalı, O’ndan medet istemeli. Zira bedduâ eden de O’ndan istemişti.

Bu hakikat, Pensilvanya’daki muhterem zat için de geçerlidir. Zira Risale-i Nurların sadeleştirilmesi meselesinde, Bediüzzaman’ın mühim bir talebesinin (merhum Sungur Ağabey’in) yaptığı bedduâ hâlâ internet ortamında dünyayı dolaşıyor. Hâlâ hava zerrelerine yüklenmiş vaziyette, kâinatı alâkadar ediyor. Bu bedduânın kabulünden hasıl olacak neticelerden kurtulmanın çaresi, sadeleştirmekten derhal vazgeçmek, sadeleştirilen kitapları toplatmak, tövbe ve istiğfara yönelmektir.

Hocaefendinin kendi bedduâsının da yerli yerince kabul görmesi için,  yani kendi tabirince “arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermeme adına” (bir ilâve de bizden), hırsızların ve rüşvetçilerin hesap vermeleri adına ve hayırlara vesile olması adına, Sungur Ağabey’in bedduâsının kendisine de dokunmasından kurtulması adına, bütün etkisini ve yetkisini kullanarak, Risale-i Nur Külliyatını “sadeleştirme”ye devamdan vazgeçilmesini sağlaması lâzım.
***
Pensilvanya’dan yapılan bedduâya karşı, siyasî cenahtan gelen bir “misilleme” slogan haline geldi.

“Bedduâya lânet, duâya dâvet!”

Böylesi bir misilleme, o bedduânın te’sirini kırmaz. “Duâya dâvet” kısmına biz de icabet ederiz, ama lânetten kaçınılmasını, asla ağza alınmamasını tavsiye ederiz.

Zira bedduâya kızıp öfkelenmekle, ondan kurtulunmaz.. Hele hele -hâşâ- lânetlemek asla caiz değildir. Asıl böylesi bir mukabele belâya dâvetiye çıkarır. Allah korusun!

Zira bedduâ da, duâ gibi Allah’a arz edilir, O’ndan istenir. Bedduâ da, duâ gibi nurdur. Ona “lânet” okumak, başlı başına bir günahtır, vebaldir.

“Hatta, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, ‘İstirahatimizin selbine sebep oldular’ diye rivayet-i sahiha vardır.” (Kastamonu Lâhikası)

Öyle şekvalara (şikâyetlere), bedduâlara maruz kalmaktan kurtulmanın yegâne çaresi, canilikten ve zulümden vazgeçmektir. Canileri caniliğinden, zalimleri zulmünden vazgeçirmektir.

Bedduâyı “kötü duâ” şeklinde açıklayanlar, yanılıyorlar. Buna “kahır ile duâ” demek daha yerinde olur. Tahmin ederim ki, “bed”, yani kötü muameleye karşı yapıldığı için “bedduâ” denmiştir. Kötü olan, -hâşâ- bedduâ değil, bedduâ sonucunda başa gelendir ki, o da mü’min için sadece zahiren kötü olur. Zira bir mü’min bir bedduâya maruz kalır ve başına bir iş gelirse, o musîbet onun ıslâhına, kötü hallerinden kurtuluşuna vesile olabilir.

Hatta, çoğumuzun sık kullandığı, “Allah ıslâh etsin” duâsı da, bir yönüyle “bedduâ” hükmüne geçebilir. Zira Allah, bir mü’minin ıslâhını murad ettiği zaman, bazen onun başına bir musîbet getirerek, onu kötü halinden vazgeçirir, yani ıslâh eder. Bu musîbet onun için “kötü” oldu denmez. Zira o mü’min, o musîbetin tahrikiyle ıslâh olmasaydı, günahlarıyla ve kötü halleriyle başbaşa kalarak vefat etseydi, işte asıl musîbet ve ebedî musîbet bu olurdu, maazallah!
***
Safahat’taki “Kocakarı ile Ömer” şiirini hatırlayalım. Bir tarafta,

“Dicle kenarında bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir de Allah’ın adaleti sorar Ömer’den onu!”

diyen bir Halife Ömer (ra), öbür yanda torunlarının açlığına ve çığlıklarına dayanamayıp ona bedduâ eden yaşlı kadın.

Bu mâsum ve muztar kadının bedduâsına maruz kalan Hz. Ömer, Allah’a sığınarak, O’ndan af dileyerek, hemen yiyecek ambarına koşmuş, çuvalı bizzat kendisi yüklenerek geri dönmüş, çocukları doyurup  kadının duâsını almış. Bedduâ, duâya dönüşmüş.

Unutmayalım ki, Fatih Sultan Mehmed’in, Ayasofya’yı cami olmaktan çıkaranlara yaptığı bedduâ da, manevî atmosferimizi sayha sayha inletirken; Ayasofya’nın aslî mahiyetine döndürülmesi, duâların celbine, fereç ve feraha vesile olacak inşaallah..

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*