Bediî üslûp yalnız kelimelerden mi ibarettir?

Kıyafet devriminden önce, ülkemizdeki insanlar giysileriyle coğrafyalarını, milletlerini, din ve mesleklerini ifade ederlermiş. Padişahın istibdadından kaçayım derken, milletimiz zevklere, renklere, inanç ve geleneklere kelepçe vuran “komita” diktatörlüğüne yakalanmış. Renk ve desenlerimizin hürriyeti için halâ çırpınıyoruz.

Bir insanı külâhından ve hatta külâhının püskülünden tanımak güzel olsa gerek. Benzer renk ve desendeki kumaştan yapılmış, tek makasçının makasından geçerek biçilip dikilmiş elbiselerle dolaşan insanların oluşturduğu İstanbul’un sıkıcılığını iyi biliriz. Saç modellerinden, traşlarına kadar benzer insanlar… Çoğu sakalsız ve bıyıksız… Yürürlerken bile birbirlerini taklid ederler. Zavallı köylüler… Daha önceden şehre yerleşmişlere ayak uydurmaları emredilince, eski adımlarını da unutmuşlar. Eli ayağı birbirine dolaşan şaşkın kızlar gibi… Ah farklılıklara tahammül edemeyen istibdat veya kültürel faşizm…

Maksadımız “Bediî Üslûba” girizgâhtı… Alâkasını ise şimdilik sormayınız… Ecnebîliğin ne kadar zor olduğunu bizim kadar bilemezsiniz… Hasret duyduğunuz simayı, sesi ve bakışı yâd ellerde aramayı da bilemezsiniz. Belki de şu gurbetteki binlercemizin ömrü; mûnis bir ses ve aşina bir sûret aramakla geçti. Batı felsefesinin son taarruzlarıyla sılada gurbete düşenlerin sayısı çoğalınca, endişe ile irkildik…

Risâle-i Nur’u okumuş ve hatta koklamış insanı yalnızca bir kelimesinden çıkaranlarınız çoktur. Bir meclisteki sohbetin sonunda beşûş simalarla karşılaşmanın zevki, yıllarca hasret kaldığı akrabasına kavuşmanın zevkinden geri kalmaz, kanaatindeyim. Birbirilerini hiç görmemiş tanımamış insanları ecnebîlikten kurtaran unsurdan bahsetmek istiyorum.

Risâle-i Nur’un üslûbundaki cereyana kapılanları kader, dünyanın en ücra köşesine de fırlatsa, üzerlerinde par par parlayan nurlarla ecnebîlikten kurtulurlar. Kur’ân’dan kaynaklanan bu cereyana münafî ve ters bir tarz hakîkaten ruha ağır ve giran geliyor. Bu Kur’ânî üslûbun muhtevası kadar; kelimeleri, kalıp ve tüm zahirî görünüşü de Kur’ân’dan doğuyor, kanaatinde olduğumuz için nokta ve virgülüne dahi dokunulmasına gönül razı olmuyor. Hatta çevremizde Batı felsefesinden tercüme terimlerle bu Kur’ânî hakîkatleri ifadeye çalışanları görünce, ister istemez zihin, 29. Mektubun 7. Meselesindeki mevzulara kayıyor.

Kur’ân’ın ve Resûlullah’ın (asm) ifadelerinin nokta veya virgülüne dokunmak isteyenlere Bediüzzaman Hazretleri volkanlar gibi patlamış. Londra destekli bin bir proje sahibi protestan İslâmcılar, neye uğradıklarını şaşırmışlar. Üstadımızın mülhid bidatçılara karşı bu tavrı 1928-30’lardan tâ Afyon hapsine kadar mütemadiyen devam etmiş… Risâle-i Nur’u anlayamamamızın sebebi; teslimiyetsizlik ve yeterince okuyamamak olduğunu tüm aşina insanlar bilirler.

Üslûb denilince yalnızca kelimeler ve cümleler anlaşılmamalı. Düşünme usûlünden, zevk alma biçimine, duyuştan içinde bulunduğumuz mekânın tefrişi ve oradaki hareketlerimize kadar… Hem “Bediî Üslûb’tan” Risâle-i Nur dilinin günlük hayata taşınmasını da anlıyoruz. Devamlı Kur’ân’la haşir neşir olanların, bazan bir kelime ile bir sayfalık meramlarını ifade ettiğine çok şahit olmuşuzdur. Serîüsseyir zamane çocuğunun “zamansızlık” hastalığına karşı, ancak nurun üslûbuyla mukabele edilebilineceğini düşünüyorum. Zamandan, kelimelerden ve enerjiden tasarruf…

Risâle-i Nur’u evde, medresede, gazetede ve okulda devamlı okuyan insanların “Kur’ân’ın iklimine” girebileceklerine inanıyorum. Kur’ân’ın mucizevî tefsirinin kelime ve deyimleriyle düşünen ve konuşan insanlardaki zihnî inkişafı düşünebiliyor musunuz? Risâle-i Nur talebelerinin tarihçesinin bir tesbiti var: İsm-i Hakîme mazhar bir eserle meşgul talebeler, okullarının en çalışkan öğrencileri olurlar… Acaba evlerimizde Risâle-i Nur sesleri arasında hayata gözlerini açıp, üniversite yıllarına gelen çocuklarımız bu hükme mazhar oluyorlar mı? Eğer onlar sınıfların ve okullarının en çalışkan öğrencileri değillerse, yanlış nerede? Risâle-i Nur’un üslûbuna hakim, mütemadiyen onu okuyor ve onu konuşuyorsa, aksi düşünülemez. Bazan kendi ihmal ve kusurlarımızı bilmeden başkasına yükleriz. Eğer yeniden samimîce Nur’un kucağına dönüp evlâtlarımızla o nuranî memeler musluğundan doyuncaya kadar içebilsek, çocuklarımızdaki istidat ve kabiliyetin, sahabedeki inkişafı gibi yükseldiğini göreceğiz. Çölün ortasındaki bedevî talebelerden medeniyete üstad yetiştiren Kur’ân’ın hakikî, mânevî ve mucizevî tefsiri olan Risâle-i Nur da, çocuklarımızı Asr-ı Saadetteki gibi medeniyetler üstüne çıkaracaktır…

Kur’ân’dan nazarını koparan ecdadımızın Batı felsefesinin çöplüğündeki çilesini hepimiz iyi biliriz. Risâle-i Nur’u tanımış olmak yeterli olmayabilir. Allah göstermesin, Batıya meftun, selis Batı dili konuşan ve medyada hergün Batı kültürü ile yatıp kalkan çocuklarımız da modern Batı felsefesinin çöplüğüne düşebilirler. Belli bir garantiden bahsedenler, sırr-ı teklife aykırı konuşmuş olurlar.

Bediî üslûp zamanla kazanılır. İmbiklerden süzülerek cam kavanoza dökülen bitki özleri gibi… Batı felsefesi; hırsı, rekabeti, enaniyeti ve âciliyeti kamçılayarak bizi hedefimizden koparabilir. Buna karşın, Kur’ân’la yapışık Risâle-i Nur’u devamlı okuyarak, onun iklimine girmeyi ve iklimindeki bahtiyarlarla kaynaşmayı hedeflemek gerekiyor. Bu iklime girebilmiş insanların kelimeleri ve cümleleri size “Bediî Üslûb”tan haber verir. Bazan bir kelime kadar, bir bakış da yeterli olabilir. Batı felsefesinin üzerimize boca ettiği “boş kültür”le komplekse kapılan çocuklarımız, cehaletlerinden medeniyetler üstü “bediî üslûbu” küçümseyebilirler. Bu tehlikeye kapılmış nesle de, “muhteşem mukayeseyi” yapmamız gerekiyor. Ancak bu mukayese sayesinde gözlere inmiş akılları, mânevî bir ameliyatla tekrar yerlerine koyabiliriz, diye düşünüyorum.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*