Bedi’siz bir zaman veya Bediüzzaman

Osmanlı dağıldığında bizi bir arada tutan, harcımız olan Hilâfet de gitmiş; 350 milyon Müslüman pusulasız, esaret altında, hâmisiz ve sahipsiz kalmıştı.

20. asrı dinden ve Allah’tan uzaklaştıran -izm’ler, fen ve felsefenin yardımıyla Müslümanı da asliyetinden koparmış; ne tamamen Batı’nın modelinde, ne de Şark’ın keyfiyetinde, orta yerde ârâfta bırakmıştı. Güyâ Batılı olacağım diye başında kasket, altında şalvar ve çarıkla acip ve acınası bir hal almıştı.

Dinin dünyadan ayrılmasıyla seküler bir devlet modeline geçmek ehl-i hamiyeti ağlatmış, çaresizlik pençesinde muhtelif yollardan yol arıyordu. Böyle zamanlarda müceddid arayan müslimîn ölçüler elinde kolayca maksuduna ulaşıyorken; âhir zaman fitneleri hengâmında, elinde bulunan kurtarıcı profili zamanın şartlarına uymadığından, büsbütün yeis içinde, her yoldan geçene el ediyordu çaresizce.

Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Eskide, imanın esasatına ilişilmediğinden pusula doğru çalışıyor, şablon, dinin yüksek hadimlerini bulmada zorlanmıyordu.

Şimdi ise medeniyet fantaziyelerinden yeni dünya düzenini göremiyor, klâsik beklentilerin önüne geçilemiyordu bir türlü. Özet olarak yanlış müceddid beklentisi dertlere derman olmuyordu. Gözler ufukta, ancak şeairin ķırılmasıyla önünü göremiyor, kesrette kayboluyordu Müslüman..

Müceddidlerin ortak yapısında dinin asliyetini izhar ve dine yapılacak vaki tecavüzatları red ve imha yatar. Ancak model profili zâhiri algıya kurban gittiğinden, o cübbeyi giydirecek beyaz sakallı, Nuranî zât ortalarda görünmüyordu pek.

Bu yol bilmemezlik herkesi bir tarafa savururken; kimi kılınç çekerek cihada soyundu, kimi siyaseten örgütlenerek devleti ele geçirmeye kalktı, kimi neticesi akîm kalacak isyân ve başkaldırıyla onca masum kanını akıttı boş yere.

Kimi de zikre daldı sadece; aklı vesayet altında, şeyhin cebine koyuyordu ki siyaseti de başıboş bırakarak. Dessaslar bu durumlardan istifade ederek istedikleri truva atlarını oynatmakla, ifrat ve tefritin en uç noktalarında tahterevalli oynatıyordu ki, millet bir ordan bir oraya savrulup duruyordu.

BEDİÜZZAMAN İLE AHİRZAMAN

20. asır deccal asrı olduğundan; emr-i Peygamberiyle (asm) onu bertaraf ve küfrî fikrisini öldürecek bir hidayet edicinin, at başı gelmesi gerekiyordu. Zira, bir Firavun’a bir Musa (as), bir Nemrut’a bir İbrahim göndermek Cenâb-ı Hakk’ın fazlındandır.

Akıllar darmadağın, sistematik felç, taşlar yerinden oynamış, cari olan bir kısım hadis kalmış, mütebâkisi ya unutulmuş ya da tatbiki imkânsız, bu zamanda din yaşanmaz zehâp edilmiş, Kur’ân ise tozlu raflara mahkûm edilmişti.

İşte böyle bir zamanda millet bir halaskâr beklerken; Barla’da üç beş kişiyle toprağa diriliş tohumlar ekiliyordu.

Bir yandan dinin bütün kal’aları yıkılırken diğer yandan da suyu baş yukarı akıtmak ve iğne ile toprağı kazmak gibi inşa hareketi başlıyordu.

Zor bir yolculuktu. İlk akla gelen ve beklenilen Molla Said-i Meşhur’un gövde gösterisinin tersinde, kâinat kitabını mütalâa etmesi şaşkınlık ve eleştirilerle karşılanmıştı. Öyle ya, olması gereken bilinen yollarla mücadele etmek ve netice almaktı.

Halbuki din sıfırlanmıştı. Yukarıdan yapılacak mücadeleler, zemini bozuk olan tarlaya lâle ekmek gibi beyhude bir uğraştı. Taşlı tarlanın ilk amelesi kıll u kışır ve afaralardan temizlenmesi olmalıydı ki, Said Nursî onu yaptı. Zira bin senedir birikmiş dağlar büyüklüğündeki kal’aların harabeleri, bozulan umumî akıl-kalp ve vicdan, şeairsiz bir din, tamir gerektiriyordu.

İşte Said Nursî; Hakim ve Rahîm isminin tecellisi olarak zora, ancak olmazsa olmaza talip oluyordu. Çoğunun var zannettiği, ancak pozivitizme kurban edilen iman esaslarını tamir ediyordu.

Barla’da; “O söylüyor biz yazıyoruz, kim okuyacak bunları” diyenlere “Sen yaz kardeşim, gün gelecek bütün dünya bunlara sahip çıkacak” derken o hakikatbin gözlerin gördüğü, bu gün en az 50-60 dile çevirilen Nur Risaleleri ekmek gibi, su gibi dünyanın her yerinde gönüllere ab-ı hayat bahşediyor, elhamdulillah.

23 Mart’ta (Şanlıurfa) Dergâh’ta toprağa ekilen Said Nursî; bugün ABD, Afrika, Avustralya, Avrupa ve Asya’da hayat buluyor, insanlığın yeniden doğuşu ve yeni Said’leri müjdeliyordu.

Vefatının 57. sene-i devriyesinde binler rahmet ve şükranla yâd ediyoruz.

Âlem sana minnettar ey aziz Üstadımız.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*