Bediüzzaman aslında neye karşı?

Ulemanın rolü manevidir. Bu rol maddileştiği ve kurumsallaştığında; kuvveden fiile çıktığında teokratik düzen haline gelir. Teokrasinin olduğu yerde de Protestanlık eğiliminin bir karşı denge olarak doğması ve yükselmesi ve akım haline gelmesi kaçınılmazdır. Velev bade hin. Sınıf haline geldiğinde ve toplumun dokusundan koptuğunda ve temayüz ettiğinde ise brahmanlık veya ruhbaniyet sıfatı kazanır.

İran’da ve Şiilikte ulema sınıfı kısmen ruhban sınıfına benzemektedir. Kendi arasında hiyerarşisi olan bir kurumdur, sınıftır. Mukallitlerinin üzerinde kimi zaman özellikle de velayet-i fakih doktrini ışığında maddî bir otorite sureti kazanır. Bundan dolayı Haşim Agacari İran’daki yapıyı kısmen Katolikliğe benzetmiş ve bunun tadili için Protestanlığın devreye girmesi gerektiğini söylemiştir. Bunun üzerine kıyamet kopmuş ve idamla yargılanmıştı. Bu çıkışı kimileri tarafından ulemayı tahfif, kimileri tarafından da Hazreti Peygamber’e hakaret addedilmiştir. Halbuki derin bakıldığında ikisi de değildir. Bir zaruretin ifadesidir. O, Ali Şeriati’yi de bir İslâm Luther’i olarak gördüğünü saklamamıştır. Mamafih Ali Şeriati gerçekten de dinî mollokrasi denilen yarı teokratik kurumla anlaşamamış ve çareyi Şiiliği Protestanlaştırmakta bulmuş ve görmüştür. Bu bir tarihî realitedir. Agacari de Ali Şeriati’nin muakkibi olarak din adamlarını ve molla sınıfının mukallitlerini maymuna çevirdiklerini ve esasen din adamlarını körü körüne taklidin doğru olmadığını söylemiştir.

Bediüzzaman da bu noktada Ehli sünnetin tercümanı olarak bu anlamda mücerret sözlere değil burhana tâbi olduklarını ifade etmiştir. Şu sözler o­na aittir: “Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor. Burhan isteriz.” Zaten kendi açısından da ‘Sözlerimi mihenge vurunuz’ demiyor mu?

***

İranlı yazar Celal Al-i Ahmed’in de ifade ettiği gibi Meşrutiyet döneminden beri İran’da bir Luthercilik arayışı mevzubahis olmuştur. Kimileri Şiilik veya İslâm çatısı altında bir Luther aramışlar kimileri de buna soyunmuşlardır. Bu arayış modern zamanlarda Ali Şeriati döneminde yeniden nüksetmiş ve yüzeye vurmuştur. Ali Şeriati de kendisini bir nevi Luther yerine koymuştur (Ali Şeriati Luther bağlamındaki tartışmalar için bkz.: İran Entelektüelleri ve Batı, Mehrzad Boroujerdi, Yöneliş, S : 158). Ali Şeriati’nin Şia içindeki Protestanlaştırma akımı tutmamıştır. Kimileri Ali Şeriati’nin bu arayışlarını tesennün (sünnileşme) eğilimi olarak da değerlendirmişlerdir. Halbuki ‘Ali’ vesair kitaplarında Ali Şeriati adı gibi Alevi’dir. Hayatını tesennüne yani sünnileşmeye değil teşeyyüe vakfetmiştir. Fransa’da yaşadığı ortam ve ilmi çevre de bu eğilimine katkı sunmuş ve bu anlamda o­na yardımcı olmuştur.

Henri Gorbin ve Massingnon gibi Fransız şarkiyatçılar Şii damarını beslemede o­na hatırı sayılır katkı sağlamışlardı. O kendi ifadesiyle Şiiliği sadece modern kalıplarla ifade etmiştir.

***

İran’da Ali Şeriati gitmiş ama Protestanlaşma çabaları dinmemiştir. Bu bağlamda son sıralarda Ali Şeriati’nin halefi olarak yükselen Abdulkerim Suruş’un ismi öne çıkmıştı. Devrimle bütünleşen klasik çizgi o­nu da susturmakta ve savurmakta gecikmemiştir. Suruş isminin revaçta olduğu günlerde o vakit Milliyet’te yazan Şahin Alpay tarafından İslâm’ın Luther’i olarak selamlanıyordu.

1996 veya bir önceki veya bir sonraki yıllar olmalı ben de İslam’ın bir Luther’e ihtiyacı olmadığına dair cevaben bir yazı kaleme almıştım. Ama İslâm’da reform düşüncesini benimseyenler her çıkan yeni bir isimde Luther silüeti ve karaltısı görüyorlar. Tanzimat ve Meşrutiyet’ten beri bu böyle dersek herhalde hakikatın pek uzağına düşmüş olmayız. İran ve Türkiye’de benzer dönemlerde hep refleksler aynı olmuştur. Şeyhülislam Mustafa Sabri de Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un hal ve hareketleriyle İslam’ın Luther’i olmaya soyunduklarını ileri sürmüştür. Bu Luthercilik arayışının bazısı yakıştırma ve isnad olsa da diğer bazısı gerçektir. Sözgelimi Ali Şeriati ve Agacari samimane bir şekilde İran’da bir luthercilik akımı geliştirmeye çalışmışlardır. Siyasi düşünceleri bakımından Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’ye yakınlığıyla bilinen Haşim Agacari, 19 Haziran’da 2002’de Hamedan’da yaptığı konuşmada, İslâm’da reform istemiş ve Müslümanları, kıdemli din adamlarını körü körüne izlemekle suçlamıştı.

Bilenler biliyor ki Bediüzzaman Kilise’ye değil Kemalizme karşı çıktı. Radikal yazarı Hasan Bülent Kahraman’ın da dediği gibi Kemalizm aslında İslâm’ı bir protestanlaştırma hareketidir. Hal böyle olunca Bediüzzaman Protestanlaştırma hareketinin başı değil karşı başlarından birisi olması gerekmez mi? Öyleyse Bediüzzaman’ı Kalvin yapanlar öküz altında buzağı arayanlardır. Şimdi bazı çevreler, ‘Luther kalmadıysa size bir Kalvin verelim’ takdimciliğinde. Bunun için de Bediüzzaman’ı kendi dâvâlarına alet etmeye çalışıyorlar.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*