Bediüzzaman çözümü

Bediüzzaman Said Nursî, 1907’de, Sultan Abdülhamid’e doğu meselesinin çözümü ile ilgili düşüncelerini aktarmak üzere İstanbul’a gelmiş, bir süre İstanbul’da kalmıştır.

Bu arada çeşitli fikrî tartışma ve atlattığı badirelerden sonra Karadeniz üzerinden Tiflis yoluyla tekrar doğu vilayetlerine dönmüştür. Bundan sonra doğudaki aşiretleri dolaşır ve onlara anlayacakları dilde istibdat ve meşrûtiyeti anlatır. Çünkü doğu meselesinde en büyük sıkıntı istibdat ve baskı yoluyla “cumhur”un düşüncelerinin idareye yansıtılmamasından ileri gelmekte olduğunu görmektedir. Ona göre, keyfî muâmeleler, baskı ve tahakküm, güçlünün hakim olduğu ve bu gücünü de baskı ve sindirme yönünde kullandığı, tek kişinin sözünün geçerli olduğu istibdat zulme zemin aralamakta, insaniyeti yok etmektedir. Maddî ve ruhî sefaletin en derinine insanlığı yuvarlamaktadır. İnsanların hür iradeleri ile “yapabilirim” düşüncesini ipotek altına almaktadır.

Halka tepeden bakan bir zihniyet, en iyisini ben bilirim, senin yapman gerekenleri de ben söylerim ve benim söylediğim şekilde yapmanı isterim şeklinde despot bir zihniyet, istibdadın bataklığıdır. Bu bataklıkta kin ve husûmet, cehalet, fukaralık ve istibdat yeşermektedir. Abdülhamid’in zayıf istibdadını beğenmeyenler, ona itiraz edenler, cumhuriyetten sonraki şiddetli istibdadı görünce daha öncekini arar hale gelmiştir.

Rıza Tevfik Bölükbaşı onlardan birisidir. Abdülhamid’den özür dilediği şiirinde şunları söylemektedir:

“Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî Padişâhına.

‘Pâdişah hem zâlim, hem deli’ dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz ‘beli’ dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.”

Bütün bu istibdatlardan kurtuluşun çaresi olarak Bediuzzaman, Meşrûtiyet-i Meşrûa’yı göstermektedir. 1907’de doğu meselesinin çözümünde sağlıklı bir idare anlayışını hedef gösteren Bediüzzaman’ı tek parti döneminde hapishaneden hapishaneye, sürgünden sürgüne gönderenler onun meşrûtiyet ve demokrasi fikrinden ne kadar uzak olduklarını da göstermişlerdir. Cumhuriyeti kurduğunu iddia eden parti demokrasiden ne kadar uzak olduğunu Bediüzzaman’a karşı gösterdiği tavrı ile ortaya koymaktadır.

Bugün çözüm süreci adı altında yürütülmeye çalışılan ve doğu meselesi olarak yüz yıldır sürüp gelen meselenin çözümünde birinci adım Bediüzzaman’ın deyimiyle “Meşrûtiyet-i Meşrûa” yani meşrûiyete ve meşverete dayanan bir demokrasidir. Hukukun üstünlüğü bunun vazgeçilmez şartıdır. Hukuk karşısında herkesin eşitliğidir.

O, “meşrûtiyet-i meşrûâyı” şöyle açıklamaktadır:

“İşte, meşrûtiyet ‘Ve işlerde onlarla istişare et.’ (Al-i İmran Sûresi:159) ‘Onların aralarındaki işleri istişare iledir.’ (Şura Sûresi: 38) âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın (kavimlerin) sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk (arzu ve istekler) ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız.”

Onun hedef gösterdiği demokrasinin daha ne kadarına ulaşabildik? Böyle bir demokrasinin daha ilk harfi sivil ve demokrat bir anayasadır. Bunu başaramayanlar büyük vebal altında kalacaklardır. Temel, sağlıklı bir demokrasi olmazsa bu sağlıksız yapı üzerine inşa edilen bütün emekler boşa gidecektir.

Sivil, demokrat, insan hak ve hürriyetlerini öne çıkaran bir anayasa bu milletin en tabiî hakkıdır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*