Bediüzzaman ve Fikret Yörük

Babam, Emirdağ Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memur olarak çalışırdı.

Evimiz ise babamın işine yakın olan Kader Mahallesi Ofis Caddesi’ndeydi. Evimizin arkasında şirin bir dere akar ve yeşil alan ise dağlara kadar uzardı. Mahalledeki çocuklarla okul dönüşünde bu geniş yeşil alanda akşam ezanına kadar futbol oynardık. Top sahamız aynı zamanda yayla yolu üzerindeydi.

Bu yıl on yaşıma girmiş ve ilkokul üçüncü sınıfta geçmiştim. Bir ikindi üzeri mahalledeki arkadaşlarla toplandık, takımları oluşturduk ve futbol oynamaya başladık. Maç kıran kırana devam ediyordu. Maçın en sıcak anında bütün oyuncular maçı bırakarak yayla yoluna doğru koşmaya başladı. Sahada tek başıma kalmıştım. Başımı kaldırdım. Çocukların koştuğu yere baktığımda herkesin yaylı arabanın içindeki Bediüzzaman’a doğru koştuğunu gördüm. Çocuklar koşarken “Bediüzzaman dede geliyor! Bediüzzaman dede geliyor!” diye bağırıyorlardı. Ben de topu bırakarak yaylı arabadan inen Bediüzzaman’ın yanına doğru gittim. Çocuklar Bediüzzaman’ın etrafına halka olmuş onun elini öpüyordu. Bediüzzaman da elini öpen çocuklara kâğıtlı şeker, leblebi, üzüm gibi şeyler dağıtıyordu. Bediüzzaman’ın elini en son ben öptüm. Bana Fikret değil de: “Fikri, evlâdım sana verecek bir şey kalmadı. Dur sana para vereyim.” dedi.

Bediüzzaman beni iyi tanırdı, çok defa evine gitmişliğim vardı. Bana üstünde başak resmi olan gümüş bir para (bir mecidiye) verdi ve bana: “Evlâdım, bu parayı iyi muhafaza et sakın kaybetme!” dedi. O parayı sevinçle aldım ve cebime indirdim. O para bende olduğu müddetçe cebimden para hiç eksik olmadı. Sonraki yıllarda babam beni bir bakkalın yanına çırak olarak verdi. O zaman yanlışlıkla dükkânın paralarıyla kendi paramı birbirine karıştırıp kaybettim. O günden sonra bir daha paramın bereketini göremedim. Param ancak bayramdan bayrama verilen harçlıklarla olurdu.

Küçüklüğümde sürekli hastalanırmışım. 1952’de Emirdağ’da doktor bulmak, hastaneye gitmek, ilâç almak çok zordu. Annem her hastalandığımda beni Bediüzzaman’ın yanına üzerime duâ okusun da iyileşeyim diye götürürdü. Annem beni Bediüzzaman’ın evinin alt katındaki merdivene kadar getirirdi. Ben de yavaş yavaş merdivenden çıkar, Bediüzzaman’ın odasına giderdim. Bediüzzaman Hazretleri’nin yanına her gittiğimde bana: “Fikri! yine mi geldin!” derdi. Ben de: “evet, yine geldim Üstadım.” diyordum. Üstad odasındaki tahtadan sedire oturur bazen ben de oturduğu sedirin önüne bağdaş kurup otururdum. Bazen de beni yanına alır başımı okşar bana duâ ederdi. Sonra hadi bakalım Allah şifanı versin der beni gönderirdi. Merdivenden inip beni bekleyen annemle birlikte eve dönerdik. Bazen annemin yaptığı yemekten ona götürdüğümde yemeği kabul etmezdi.

O yıllarda dedemin evinde çoğu zaman gizlice Risale-i Nur sohbetleri yapılırdı. O zamanki Risaleler Osmanlıca yazıyla dosya kâğıtlarına yazılırdı. El yazmalı formalar ise fasiküller halinde olurdu. Risale-i Nurlar dedemin çatı katındaki bir sandığında saklanırdı. Ders yapılacağı zamanlar yüksek yerdeki kitapları sandıktan çıkarmak için beni omuzlarına alır sandığa ulaşmamı sağlarlardı. Ders bittikten sonra Risale-i Nurlar’ı tekrar aynı şekilde yerine koyardım. Çocukluk yıllarımda sürekli hastalandığımdan dolayı Bediüzzaman Hazretleri’ni çok ziyaret ederdim. Sürekli güzel giyinirdi. Saçları kulak memelerine kadar uzundu. (Ben de sonraları saçlarımı Üstadın saçları gibi uzattım.) Sakalı yoktu. Nuranî bir siması vardı. Resimlerde olduğundan daha çok güzeldi. Yakınında olduğumda hep mis kokardı ve ömrümün sonuna kadar onu hep böyle hatırladım.

Misbah Eratilla

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*