Bediüzzaman ve gazete

Bediüzzaman Hazretleri, “İhtiyaç medeniyetin üstadıdır” diyor… Birşey ihtiyaç ise fıtrat mutlaka peşinden koşacaktır.

Peygamberimiz (asm) omuzlarındaki yükü hafifletmek üzere Ukaz Panayırına koşuyordu. Arapların hangi vesileyle olursa olsun toplandıkları meydanlarda “tebliğ tezgâhını” açıyordu. Bu Peygamberî (asm) çizgiyi mücedditler de takip etmişlerdi. Bediüzzaman 1907’de İstanbul’a geldiğinde kitlelere en kolay ve rahat ulaşabileceği mahfillerde… Gazete köşelerinde, miting meydanlarında veya tıklım tıklım dolu tarihî camilerin kürsülerinde… Renklere, detay ve şekillere takılmayanlar yalnızca bir sebep görürler: Dâvâ…

Said Nursî bir gazeteci değildi. Fakat İslâm’a Avrupa’dan gelen hücumu gazete üzerinden tâ Van’da keşfetmişti. 1907’den 1919’a kadar Dersaadet’in en tesirli muharrirleri arasında dâvâsını “ceride” denilen gazete ve mecmualarla haykırıyordu. Avrupa’yı sefahat ve gayr-i ahlâkî prensiplerle takip eden İstanbul basınına bir seviye getiriyordu. Vaiz-i umumî olan ediplerin edepli olmasını, İstanbul’u Avrupa ile mukayese etmemelerini ilk olarak o tavsiye ediyordu. Ta 1922’nin sonlarına kadar… Yeni hükümetin Avrupalılarca tayin edilmiş icra komitesinin mahiyetini tanıyana kadar. Başlayacak olan çeyrek asırlık istibdadın kara ve bed yüzünü Ankara’da görene kadar…

Hayatın birçok sahnesinden çekildiği gibi gazetelerden, matbuattan, kalabalıklardan ve Kemalist rejimin emriyle oluşan her türlü oluşumdan da çekilecekti. İkinci Dünya Savaşının, en inatçı çekirdekleri çatlatan zemherilerini geride bırakan günlerden sonra, Mesih’in nefesi yeni Avrupa’ya bahar rayihasını dağıttığında Bediüzzaman serdengeçtilerine sesleniyordu: ”Risale-i Nur, bu mübarek vatanın manevî bir halaskârı olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli manevî belâyı def etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.”

Matbuat lisanıyla dâvâsını yeniden yedi kıt’aya ilâna Afyon’un kara zindanları mani olamayacaktı. Henüz zindanda iken Kemalistlerle masonların onun idamı hayalleriyle sermest oldukları bir zamanda o, işaret parmağıyla mücadele ve mücahedenin üçüncü etabına işaret ediyordu: ”Evet, büyük kusurlarımdan bir tek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.”

Çok partili veya kısmî demokrasiye geçmiş Türkiye’de Bediüzzaman’ın kendi gazetesi yoktu. Serdengeçti, Sebilürreşad, Büyükdoğu, Hür Adam gibi kabiliyet ve imkânları nispetinde İslâmiyet’e yardımcı olan gazeteleri takdir eden Bediüzzaman’a, hâlâ devletin kadrolarını ellerinde tutan komiteler gazete çıkarma fırsatı vermediler… Vatanında serbestçe gezme, memleketin pınarlarından bir tas su içme ve yurdun dört bucağındaki talebelerine bir selâm verme hürriyetinden mahrum bırakılmış Bediüzzaman’a elbette gazete çıkarttırmazlardı. Fakat o, yirmi göz ve yirmi elle matbuat âlemini takip ediyordu. Eskinin kapanmış savaş meydanlarına, milletler arası muharebelerine ve maddî kılıçlarına bedel; yeninin mücahede meydanı olan matbuatı, matbuatın her türlü silâhını ve çatışan fikirlerini, Zübeyir, Sungur, Ceylan, Selahaddin ve genç şakirtlere takip ettiriyordu. 1945’den ta 1959’un sonuna gelen zaman dilimindeki matbuatı ciddî bir şekilde inceleyenler; o sayfalardaki Kur’ân ve İslâm karşıtı düşüncelerin cevaplarını “Emirdağ Lâhikası” isimli eserin satır aralarında mutlaka bulacaklardır.

Âlem-i İslâm’ın biricik sığınağı Osmanlı’nın, Avrupa’nın dinsiz emperyalist kanadı karşısındaki fikir savaşını inceleyenlerin gördüğü hakikat 1950’lerde de geçerliydi. Yani dinsiz felsefenin Kur’ân’a saldırışı karşısında Bediüzzaman’ı görenler, aynı gözle Üstadın son on senesini inceleyebilirler. Marksist-Kemalist müstebitlere rağmen vazifesi başındaki Said Nursî’yi daha iyi tanıyabilmek için o dönemin gazeteleriyle Bediüzzaman’ın Emirdağ Lâhikasını iç içe okumak gerekir.
Size çok ilginç gelecektir. Bediüzzaman Birinci Said dediği hayatın merkezinde her tehlike ve zulme baş kaldırdığı döneminde gazetelerde neşrettiği makalelerine Üçüncü Said olarak tekrar sahip çıkıyor. Siyaseti dine alet ve hizmetkâr kılmaya çalıştığı hürriyet meydanlarındaki nutuklarını yeniden derliyor ve neşrediyor. Yukarıda arz ettiğimiz gibi hareket noktası hasret olmadığı gibi tarihî hakikatleri ispat da değildi. Yalnız ve yalnız yüklendiği Kur’ân ve iman dâvâsında geçmişte söylediklerine yenilerin ihtiyacı idi. Yani bizim ihtiyacımız. Hayatın altı cihetinden bize hücum eden imansızlık, nifak, sefahat, tembellik, dünyevîleşme ve safderunluk gibi tehlikelere karşı eski Said’in eserleriyle ve gazetelerde neşrettiği makaleleriyle bizi teçhiz ediyor.  Ve aktüel fikir muharebesine hazırlıyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*