Bediüzzaman ve İslâm birliği

Said Nursî, ümidini hiçbir zaman kaybetmedi. Aksine, en zor şartlarda bile hep canli tuttu ve muhataplarına da her zaman ümit dolu mesajlar verdi. 1910’lu yılların başlarında doğuda aşiretlerle yaptığı sohbetlerinde “İslâm uyandı ve uyanıyor” dedi.

BEDİÜZZAMAN VE İSLÂM BİRLİĞİ

20. yüzyılın başında İslâm dünyasının manzarası içler acısıydı. İslâm beldelerinin büyük bir çoğunluğu, Batılı sömürgeci güçlerin istilâsı altına girmişti. Kolu kanadı kırılan Osmanlı dört bir yandan kuşatılırken, muhasara çemberi her geçen gün daha da daralıyordu. Müslümanlar, tarihlerinin belki de en felâketli günlerini yaşıyorlardı.

İşte o sırada, 1908’de ilân edilen İkinci Meşrûtiyeti takip eden günlerde Said Nursî, İstanbul’dan Van’a giderken uğradığı Tiflis’te bir Rus polisiyle sohbet eder. Sohbetten birkaç pasaj:

Bediüzzaman: “Asya’da, âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasına inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet (karanlık) inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidâne (istibdat perdesi) yırtılacak, takallüs edecek (başka bir şekle girip değişecek), ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

Rus polisi: “Heyhat! Şaşarım senin ümidine…”
Bediüzzaman: “Ben de şaşarım senin aklına! Şu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı (gündüzü) vardır.”

Rus polisi: “İslâm parça parça olmuş…”
Bediüzzaman: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir (kabiliyetli bir oğludur); İngiliz mekteb-i idadîsinde (lisesinde) çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur (oğludur); İngiliz mekteb-i mülkiyesinden (siyasal bilgiler fakültesinden) ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde (harp okulunda) talim ediyorlar…” (a.g.e., s. 125-6)
***
Yüz sene sonraki tabloda Hint Müslümanları Pakistan, Bangladeş ve Hindistan arasında paylaşılan yaklaşık 500 milyonluk muazzam bir potansiyeli temsil ediyorlar. Hint yarımadasının vaktiyle İngiliz sömürgesi olması onlara da büyük zarar verdi, ama Said Nursî’nin “lise eğitimi” olarak ifade ettiği anlamda kazanımları da oldu.

İslâm dünyasında Nobel ödülü alan ilk ismin Pakistan’dan (Prof. Abdüsselâm), bir diğerinin Bangladeş’ten (Prof. Muhammed Yunus) çıkmış olması, bunun göstergelerinden yalnızca ikisi.

Bu isimlere ilişkin farklı tartışma ve eleştirilerin mevcudiyeti, başarılarına gölge düşüremez.
Mısır için fakülte seviyesinde bir “siyasal bilgiler” eğitiminden bahsediyor Said Nursî. Ve bu ülkenin gerek Arap âleminde, gerekse Batıyla ilişkilerde ortaya koyduğu diplomasi becerisi, hakkındaki bu nitelemeyi doğrulayıp teyid ediyor.

Bilindiği gibi, günümüz dünya şartları içinde İsrail karşısında izlenmesi gereken gerçekçi tavırda öncülüğü Mısır üstlenmiş; o güne kadarki körlemesine red ve savaş politikalarının zarardan başka bir netice vermediğini görerek, Batının desteğini arkasına almak suretiyle İsrail’le diplomatik ilişki kurmuş ve böylece topraklarını da işgalden kurtarmıştı.

Rus harp okulunda talim gören Kafkasya ve Türkistan’dan Orta Asya cumhuriyetleri Sovyetler’in dağılmasını takip eden süreçte kansız ve kavgasız bir şekilde hürriyet ve bağımsızlıklarına kavuştular. Katı bir dikta rejimiyle yönetilen Özbekistan başta olmak üzere bazılarında ciddî sıkıntılar var, ama zaman içinde bunlar da aşılacak. Kafkasya’daki sancı, bilhassa Çeçenistan’da, oraya özel sebeplerin de sonucu olarak devam ediyor, ancak bu durumun da ilânihaye böyle sürüp gitmesi beklenemez. Ve genel olarak bakıldığında, Rusya Federasyonu içindeki Müslümanların, mevziî olarak birtakım zorluklar olsa dahi, komünist dönemdeki dayanılmaz baskılardan büyük ölçüde kurtularak önemli ölçüde rahatladıkları, bir vâkıa.

Bu simge ülke ve beldelerdeki Müslümanlar, yine Said Nursî’nin “cehalet, zaruret, ihtilâf” olarak sıraladığı üç düşmanı “san’at, marifet, ittifak” silâhlarıyla mağlûp edebildikleri ve mücadelelerini müsbet hareket prensibine uygun şekilde yürütebildikleri ölçüde tarihî misyonlarını yerine getirecek ve ittihad-ı İslâm idealinin tahakkuku noktasında da kendi üzerlerine düşen görevleri hakkıyla ifa edecekler.
Tabiî, burada İslâm âleminin ve Asya’nın hürriyeti için kilit konumda bulunan Türkiye’nin ayrı bir yeri var. Eğer Türkiye kendi içinde hürriyet ve demokrasiyi başarır, istibdat devirlerindeki yanlış politikalarının İslâm dünyasıyla ilişkilerinde meydana getirdiği hasar ve tahribatı onarır ve aynı zamanda AB üyesi bir Müslüman ülke olarak onlara yakınlaşırsa, hem ittihad-ı İslâm hedefinin gerçekleşmesi iyice kolaylaşır, hem de bu ittihad, dünya barışının en güçlü güvencelerinden biri olur.
***
Bediüzzaman, Rus polisine verdiği cevapları şöyle noktalamıştı:
“Yahu, şu asilzade evlât, şehadetnamelerini (diplomalarını) aldıktan sonra, her biri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle (yükseliş ufuklarında dalgalandırarak) … nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını (insanın yaratılışındaki sonsuz hikmetlerin sırrını) ilân edecektir.” (a.g.e., s. 126)

Said Nursî, bu ümidini hiçbir zaman kaybetmedi. Aksine, en zor şartlarda bile hep canlı tuttu ve muhataplarına da her zaman ümit dolu mesajlar verdi. 1910’lu yılların başlarında doğuda aşiretlerle yaptığı sohbetlerinde “İslâm uyandı ve uyanıyor” diyen Said Nursî (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 275), ardından Şam’daki Emevi Camiinde yaptığı konuşmada da Müslümanlara şöyle seslendi:

“İnşaallah yine Araplar ye’si (ümitsizliği) bırakıp İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd (dayanışma) ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.

“Ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş ve gelecek (uyanmış veya uyanacak) olan Araplar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünkü bizim ve bütün İslâm taifelerinin (topluluklarının) üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyetin mücahitleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir.” Konuşmasının devamında Arapların, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi tek çatı altında bir araya gelip güçlerini birleştirerek İslâm âlemini esaretten kurtaracakları ve İslâmın hakimiyetini eski çağlarda olduğu gibi yerkürenin yarısında, hattâ daha fazlasında tekrar tesis edecekleri yönündeki ümit ve idealini dile getirdi ve “Bir kıyamet kopmazsa inşaallah gelecek nesiller bunu görecek” dedi (a.g.e., s. 352).

Birinci Dünya Savaşı mağlûbiyetinin ardından bütün İslâm âlemine çöken o boğucu ve karanlık günlerde, Bediüzzaman ümit dolu mesajlar vermeyi yine sürdürdü:

“Bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. …Kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle (gelecekteki saadetiyle) telâfi edilecektir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 206)

Yani, Osmanlı yıkılsa da topyekûn İslâm dünyası topyekûn güçlenerek adeta yeniden doğacaktı.

İki dünya savaşı ve Türkiye’de hakim olan istibdat, bu müjdelerin gerçekleşmesini bir miktar geciktirdi. Ama neticede Said Nursî’nin yıllar önce haber verdiği müjdeli gelişmeler tahakkuk etmeye başladı. Türkiye tek parti istibdadından, Arap dünyası başta olmak üzere diğer İslâm ülkeleri birer birer ecnebi esaretinden kurtulma sürecine girdiler. Eski sömürgelerin çoğu bağımsız devletler haline geldi.

Bediüzzaman bu gelişmeleri, 1950’lere doğru yazdığı bir lâhikasında değerlendirirken, “çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklâliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye, Cava’da (Endonezya’da) elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye ve Arabistan’da dört-beş hükümet bir cemahir-i müttefika (birleşik cumhuriyetler) gibi Arap birliği ile İslâm birliğini birleştirmesi”ni, İslâm dünyasının büyük bayramının başlangıcı olarak vasıflandırıyordu (Emirdağ Lâhikası, s. 460).

Nitekim, sonraki yıllarda bazı komşu İslâm ülkeleri arasında, Türkiye, Irak, Pakistan ve İran’ın katıldığı Bağdat Paktı örneğinde olduğu üzere bölgesel işbirliği paktları oluşturulurken, son dönemde adı İslâm İşbirliği Teşkilâtı olarak değiştirilen İslâm Konferansı Teşkilâtı gibi, bütün İslâm ülkelerini çatısı altında toplayan müşterek organizasyonlar teşkil edildi.

Gerçi, bugün itibarıyla gelinen noktada gerek İslâm ülkelerinin, gerekse ortak teşkilâtlarının çizdiği tablo, Said Nursî’nin gösterdiği hedef ve ideallerin hâlâ çok uzağında, son derece pasif, yetersiz ve zayıf bir görüntü veriyor.

Kendisini doğrudan alâkadar eden çok vahim ve kritik gelişmeler karşısında bile, sahip olduğu muazzam potansiyeli değerlendiremeyen, inisiyatif kullanamayan ve varlık gösteremeyen bir İslâm âlemi tablosuyla karşı karşıyayız.

Ancak özellikle siyasî nitelikteki olaylarla ilgili olarak ortaya çıkan bu tablonun da, geçmişteki çok daha ağır ve zorlu dönemler gibi geçici olduğuna ve özellikle, peş peşe gelen ibretli hadiselerin verdiği derslerin de katkısıyla halklardaki şuurlanmanın gelişmesine paralel olarak ortadan kalkacağına dair işaretler giderek artıyor.

Dolayısıyla, bütün dünyadaki Müslümanların hürriyet, adalet, fazilet zemininde kucaklaşıp, ortak düşman dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı Hıristiyanlarla da ittifak edecekleri günler yaklaşıyor.

Bu çerçevede gündeme gelecek bir İslâm birliğinin, diğer dünya güçlerince nasıl karşılanacağı bahsine gelince.

Bediüzzaman’ın bu konuda da görüşlerini bir asır öncesinden dile getirmeye başladığını görüyoruz.

Söz gelişi, İkinci Meşrûtiyet döneminde İttihad-ı Muhammedî adıyla kurulan cemiyetin gayrimüslim unsurları ve ecnebileri rahatsız edebileceği yolundaki suallere cevap verirken, vahşet ve çatışma devrinin geride kaldığını, artık medeniyet ve ikna devrinin açıldığını belirterek, “Medenîlere ikna ve muhabbetle galebe çalınır” demiş; eski devirlerde güçlü olan İslâm medeniyetinin farklı din ve kavimlere mensup insanları Kur’ân’ın “Dinde zorlama yoktur” prensibi gereğince koruduğunu hatırlatırken, şimdi onların da medenîleştiklerini ve güçlendiklerini ifade ederek, “Din nokta-i nazarında medenîlere galebe ikna çalmak ikna iledir ve İslâmiyeti, mahbup ve ulvî (sevilmeye lâyık ve yüksek bir din) olduğunu, evamirine imtisalen ve ef’al ve ahlâk (dinin emirlerine uyarak, fiil ve ahlâkımızla) göstermek iledir” ifadelerini kullanmıştı (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 73).

Keza, Müslümanların birliğini esas alan İttihad-ı Muhammediye cemiyetinin, gayr-i müslim unsurları İttihad-ı İsevî ve Musevî gibi cemiyetler kurmaya teşvik edip dine dayalı taassup ve ayrımcılığı körükleyerek meşrûtiyete zarar verebileceği yönündeki endişeli bir suale de şu ilginç karşılığı vermişti:

“Zarar yoktur, onlar da yapsınlar. Ve hem de çoktan yapmışlar. Şimdi bir Nebî-i Zîşanın ismine istinadla (dayanarak) bir cemiyet çıksa, ya o Nebî-i İhtiramı (hürmete lâyık Peygamberi) tasdik ve tebcil (yüceltme) ve muhabbeti izhar içindir—bu ise husûmeti (düşmanlığı) dâvet etmez—veyahut ona mensup ayinleri icra etmektir. Bu olsa, ferman-ı ‘Lâ ikrahe fiddin’ (Dinde zorlama yoktur) ile hürriyet-i mezhebiye (din hürriyeti) teessüs ettiğinden, münakaşaya mahal olmaz.” (a.g.e., s. 79-80)

Bugünün şartlarında tesis edilecek bir İslâm birliği karşısında Batının takınması gereken tavırla ilgili olarak da Said Nursî şunları söylüyordu:

“Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar.” (Emirdağ Lâhikası, s. 577)

“Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika, siyasetleri ve menfaatleri buna (İslâm birliğine) muarız olmakla buna mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor (netice veriyor). Ve bu dehşetli tahripçilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir.” (a.g.e., 526)

1950’li yıllarda ifade edilen bu görüşler, 21. yüzyıl dünyasında da geçerli. Çünkü komünizm bir siyasî rejim olarak çöktüyse de, materyalizm, dinsizlik, anarşistlik, ahlâksızlık, yozlaşma ve dejenerasyon, halen de insanlığın en önemli problemi ve ancak Müslüman-Hıristiyan ittifakıyla üstesinden gelinebilir. Avrupa ve Amerika, eninde sonunda bu noktaya gelecek. 11 Eylül saldırılarıyla başlayan süreçte Müslümanlarla Hıristiyanları ve Batı dünyasını karşı karşıya getirmek için tertiplenen küresel boyuttaki provokasyonlar bu yöndeki olumlu gelişmeleri geciktirse de engelleyemeyecek.

Olağanüstü bir gelişme olmaz ve Bediüzzaman’ın bu çeşit bahislerde hep tekrarladığı üzere “çabuk bir kıyamet kopmazsa” dünyanın gidişatı bu yönde olduğu içindir ki, Said Nursî Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerini her vesileyle, İslâm dünyasıyla sıcak münasebetler kurmaya dâvet etti. Kur’ân hakikatlerine sarılmalarını istedi. Birinci Millet Meclisinde dağıttığı beyannamede de, tek parti devrinin sonlarına doğru CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektupta da, 1950 sonrasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes’e gönderdiği mesajlarda da hep bu gerçeği dile getirdi. Devletin İslâm şeairine sahip çıkması gerektiğini vurguladı. Bu yüzden, demokrasiye geçildikten sonra, tek parti devrinde Türkçe okutulmaya başlanan ezanın aslî şekline çevrilmesini sevinçle karşıladı. Bu tarihî adımı tamamlamak için, Risâle-i Nur üzerindeki baskıların kaldırılmasını ve Ayasofya Camii’nin tekrar mâbed olma hüviyetine kavuşturulmasını tavsiye etti. Bu gibi adımların, dünyadaki yüz milyonlarca Müslümanın Türkiye’ye muhabbetine vesile olacağına dikkat çekti.

Ona göre, “dinle dünyayı ayırmak” anlamındaki laiklik bunlara engel teşkil etmezdi. Kaldı ki, peygamberlerin doğuda, filozofların batıda gelmesiyle kaderin verdiği mesaj, bu coğrafyada dine kayıtsız kalarak, hele düşmanca tavır takınarak kalıcı ve müsbet bir icraat yapılamayacağı idi.

Bediüzzaman’ın ittihad-ı İslâm bahsinde, Risâle-i Nur hizmeti açısından özel olarak vurguladığı bir noktaya daha işaret etmek gerekiyor:
Devletler seviyesinde gerçekleşecek bir ittihad-ı İslâm, ister istemez ve tabiatı gereği “siyasî” bir özellik taşır. Oysa Said Nursî “iktidara talip olma ve devlet yönetme” anlamındaki siyasetten ve buna yönelik siyasî meşguliyetlerden hem şahsını, hem de başlattığı Nur hareketini ısrarla uzak tuttu. Bu prensip, ittihad-ı İslâm siyaseti için de geçerli. Nitekim Bediüzzaman bir mektubunda bu noktaya işaret ederken, “inkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti”nin, Risâle-i Nur’u kendisine “bir kuvvet, bir âlet yapmaya çalışacağı” ihtimaline dikkat çekiyor; Risâle-i Nur’un, mesleğindeki ihlâs sırrının gereği olarak, iman ve Kur’ân hakikatlerinden başka hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayacağı gerçeğini bu bağlamda da bir kez daha hatırlatıyor (a.g.e., s. 442).

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*