Bediüzzaman´da sekînet hâli

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri birçok mektup ve risâlesinde, yıllardır gazete okumadığını, dünyadaki olayları izlemediğini ve merak etmediğini, yaşadığı ülkede olup biten ve çoğunluğun zihnini meşgul eden ‘gündem’lerden uzak durduğunu söyler. Bu kimilerine yadırgatıcı gelebilir. Bir ‘dâvâ’nın izini süren Üstad’ın, ülkesinde ve dünyada olup bitenlere kayıtsız kaldığını sanabilirler. Nitekim bu yönde kimi eleştiriler de yapılagelmiştir.

Ne ki Üstad’ın bu tutumunun metafiziksel okumasının yapılmaması hâlinde bir zihin karışıklığı kaçınılmaz olacaktır.

Üstad Hazretleri ‘hadisât-ı âlem’le ilgilenmediğini, hatta, herkesin her vakit dikkatini radyo hoparlörüne yönelttiği 2. Dünya Savaşı günlerinde, harbin seyrini bir an bile merak etmediğini söylerken bir hususu da belirtir: Kalbimi başka maksatlar doldurmuş. Her insanın başına kâinat kadar büyük bir dâvâ açılmış.

Bu ifadede bir sır saklıdır. O da şudur: Kendi çağının mânevî çekim merkezi olan ve imamiyet vazifesiyle tavzif edilmiş bulunan kimselerin nazar ve dikkati, tümüyle İlâhî Merkez’dedir. Oraya, yani kozmik çarkın merkezine yerleşirler ve görevlerini o konumlanma durumundan hareketle ifâ ederler.

Bu hale, ‘sekînet’ denir.

Sekîne’nin sözlük anlamı, ‘karar, rahat, sakinlik, dinlenme, yerleşme, gönül rahatlığı. Kendisine güven, düşmanlarına korku verme’dir.

‘Büyük Huzur’ anlamına gelen ıstılâhî yönünü ise doğru yansıtabilmek için Guenon’un bir belirlemesine başvurmak yerinde olacaktır. İslâm Maneviyatı Ve Taoculuğa Giriş adlı eserinde Guenon şöyle der:

“Kozmik çarkın merkezine yerleşmiş olan bilge kişi, bu çarkı, görülüp fark edilemez bir biçimde, onun hareketine katılmaksızın, yalnızca varlığıyla hareket ettirir. Onun mutlak ilgisizliği, kendini her şeye egemen kılar, çünkü artık hiçbir şeyle etkilenemez. ‘Mükemmel Sessizlik’e ulaşmıştır. Hayat ve ölüm onun için birdir. Kâinatın çökmesi hiçbir şekilde onun telâşlanmasına sebep olmaz. İnceden inceye, iç denetim yapa yapa, o değişmez gerçeğe ulaşmış, biricik evrensel ilkeyi tanımayı başarmıştır. Varlıkları alınyazılarına göre serbestçe hareket etmeleri için kendi kendilerine bırakır. Kendisi ise bütün yazgıların merkezinde hareketsiz durur. Bu iç durumun zahirî belirtisi, ‘sarsılmazlık’tır. Zafer uğruna savaş halindeki bir ordunun üzerine, tek başına saldırıya geçen bir kahramanın sarsılmazlığı değil elbet, ama gökyüzünden, yeryüzünden ve bütün varlıklardan üstün olan, kendisinin hiç bağlı olmadığı bir bedende duran, duygularının kendisine sağladığı görüntülerden hiçbirisini gözönünde bulundurmayan, hareketsiz ünitesinde, evrensel bilgisiyle her şeyi bilen ruhun sarsılmazlığıdır bu.”

Guenon’un anlattığı bu hikmet, insanlara egemen olan ruhla ilgilidir. Nitekim, gerçek ârif, kendine rağmen hareket etmeme fiilî içinde bulunarak gücünü üstlenmemeye özen gösterecek olsa, hiçbir şeye karışmamaktan doğacak zamanlarını, ‘tabiî’ eğilimlerini serbestçe akmaya bırakmada kullanırdı. Kuşkusuz kudret, bu bilgenin ellerine düşmüş olmaktır. Organlarını devreye sokmadan, bedenî duyularından yararlanmadan hareketsiz şekilde konumlanmışken, manevî gözle her şeyi görebilecektir. Tefekküre dalmış bir durumda gökgürültüsü gibi her şeyi sarsıp inletecektir. Fizikî gökyüzü, hava, uysalca onun ruhunun hareketlerine uyarlanacaktır. Bütün varlıklar tozun rüzgârı takip ettiği gibi, onun hiçbir şeye karışmama eğilimini izleyecektir.

Bu bize örneğin şeylerin, arif ve bilgelerin fiziksel olarak da sürekli aynı konumda ve sessiz bir biçimde oturuşlarını da açıklar. Gerçi o maddî bir duruştur ama, o duruşu da mânevî konum belirlemektedir.

Bir şeyh, arif veya bilge ile karşılaşan herkes bu gözleme sahip olacaktır.

Martin Lings’in, ünlü Şazeli şeyhi Şeyh el-Alevi’yi anlattığı Yirminci Yüzyılda Bir Veli kitabında bu hikmetle ilgili bir bahis yer alır.

Şeyh’in bir süre hekimliğini üstlenen Fransız agnostik Dr. Marcel Carret’in gözlemleri konuya ışık tutar niteliktedir:

“O’nu ilk gördüğümde edindiğim izlenim, karşımda alelâde bir şahsiyetin olmadığıydı. Davet edildiğim oda, diğer bütün Müslüman odaları gibi mobilyasızdı. Yalnızca sonradan kitap ve elyazmalarıyla dolu olduğunu öğrendiğim iki sandık vardı. Yer boydan boya halı ve hasırla kaplıydı. Bir köşede kilimle kaplı bir şilte vardı; şeyh, burada arkasında birkaç yastık, dimdik, elleri dizlerinin üstünde, aynı anda tamamen tabiî olan hareketsiz bir şekilde bağdaş kurmuş oturuyordu. (…) Ertesi gün ve ondan sonrası birkaç gün iyileşinceye kadar onu görmeye gittim. Her seferinde onu aynı şekilde hareketsiz, aynı durumda, aynı yerde, gözlerinde uzak bir bakış, dudaklarında hafif bir tebessüm, bir gün öncesine göre sanki bir santim bile hareket etmemiş, zamanın etkileyemediği bir heykel gibi dururken buldum.”

Carret’in bu gözlemi tamamıyla gerçektir ve sözünü etmeye çalıştığımız hali, ‘sekine(t)’yi ifade etmektedir.

Çünkü ârif kişi, kozmik çarkın merkezindedir ve İlâhî Hakikat’le arasında ya çok az perde kalmıştır veya gözlerinden o perdeler tamamıyla giderilmiştir.

Her iki durumda da onu, dışsal olaylar ve formlar heyecanlandırmayacak ve etkilemeyecektir.

Son olarak merhum Zahit Kotku Hazretlerinin halinden bir örnek aktarayım. Ersin Gürdoğan’dan öğrendiğimize göre, Ay’a inişin gerçekleştiği ve televizyondan yayınlandığı akşam bir grup talebe Şeyh’in huzurundalar. Mutad hadis dersleri yapılıyor. Birazdan yani Ay’a ilk adımın naklen yayınlanacağı an, Kotku Hazretlerinin çevresindeki herkes üst kata, televizyonun olduğu daireye gider. Şeyh yalnız kalır. Döndüklerinde ise, mübarek hiçbir şey sormaz ve söylemez, derse kaldığı yerden devam eder.

Barla Lâhikası’nda, Üstad Hazretlerinin en büyük ve birinci muhatabı olan Hulusi Ağabeyin ‘sekîne’ hakikatine ilişkin bir mektubu da yer almaktadır.

Bir başka gün, bu mektubun sırlarına açılma umuduyla…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*