“Bediüzzaman’dan bir müjde yok mu?

Bir dostumuz yana yakıla sordu:

“Bu iş nereye kadar gider? Demokraside, insan hak ve hürriyetlerinde geriye gidiyoruz. Bir müjde yok mu?”

“Var!”

“Nedir, aman söyle!..”

“Geriye gitmiyoruz, yolda bazı arızalar, engeller çıkıyor; yolu yap, tarlayı ek!”

“Ne demek şimdi bu, müjde bunun neresinde?”

“Her tarafında… Burası imtihan ve hikmet dünyasıdır. Her şey kanun ve sebeplere bağlanmıştır. Tarlayı ekmeden, sabahtan akşama kadar günlerce duâ etsen, gözyaşı döksen bir dane alamazsın değil mi?

“500 hamal, 1000 hamal, 10.000 hamal, 100.000 hamal, başka bir meslek öğrenmeye teşebbüs etmezse, araştırmaz, hiçbir şey okumaz ve kendisini değiştirmezse, sittin sene hamallık yapmaya devam edecektir… Yani, sende bu ense, onda da bu para ve bu istibdat ve bu şirretlik olduktan sonra daha çok şaplaklar yemeye devam edersin?”

Tam demokrasi, hak ve hürriyetlerin yolunu Bediüzzaman şöyle çiziyor:

“Suâl: “Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”

“Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır. Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız…”
(Münâzarât)

“Suâl: “Biz me’yus olduk; daha ne vakit bize gelecektir?”
“Cevap: Yeis, aczden gelir. Yeis, mâni-i herkemâldir. Hamiyet ise, şiddet-i mevânia karşı şiddetle metânet etmektir. Halbuki şu zaman, mümteniât-ı âdiyeyi mümkün derecesine indiriyor. Çabuk yeise inkılâp eden hamiyet, hamiyet değildir. Ben, sizi tenbellikten kurtarmak için, kabahatlerinizi gösteririm. Ona çabuk gelmek istiyorsanız, işte mârifet ve fazîletten demiryolunu yapınız; tâ ki, meşrûtiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemâlâta binip ve terakkiyât tohumlarını bindirerek, kısa bir zamanda mânilerden kurtulup geçerek size selâm etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile gelecektir.

“Suâl: “İnşaallah, tâliimiz varsa biz de göreceğiz. Bize tevekkül kâfi değil midir?”

“Cevap: Bîçare tâliinize siz de yardım etmelisiniz. Bağdat tarrarları gibi olmayınız. Sizin atâlet bahanesi olan şu teşebbüssüz tevekkülünüz, nizâm-ı esbâbı reddettiğinden, kâinatı tanzîm eden meşîete karşı temerrüd demektir. Şu tevekkül döner, nefsini nakzeder.”1

– İyi de biz azız, ne yapabiliriz ki!

– Bir sefer az değilsiniz!.. Zaman gösterdi ki, dünya gördü ki, çoksunuz, ancak kamera oyunları, fotoşoplarla, TSK numaralarıyla öyle gösterildiniz! Faraza bir avuç da kalsanız, çoğunluk kılmazsa da, siz namaz kılmaya; anlatmaya ve kıldırmaya devam edeceksiniz değil mi?

– Ben de seni gerçekten bir müjde vereceksin sandıydım!

– Tamam o zaman, istediğin müjdeyi vereyim: Armut ağacının altına git, kafanı yukarıya kaldır; ağzını aç ve de ki: “Ey armut piş, ağzıma düş, ama sapın da dışarıda kalsın!” Bak o zaman gökten nasıl sağnak sağnak hak ve hürriyetler yağar!

Dipnotlar:
1- Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 29-30.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*