Bediüzzaman’dan siyasî tesbitler

Siyasetle iştigal edenlerin tam dindar olamayacaklarını, tam dindar olanların da siyasetçi olmayacaklarını söylüyor Bediüzzaman. Bu çarpıcı tesbitten sonra bunun bazı istisnalarının olabileceğini de haber veriyor. Hem dindar, hem de siyasetçi olabileceklerin ya Nebîler gibi masum; ya güneşler gibi imana sahip Hulefa-i Râşidîn gibi bir kısım Sahabeler; veya onlara benzeyen Mehdi-yi Abbâsî ve Ömer bin Abdülaziz gibi zatlar olabileceğini söylüyor. Bunlardan başka kimseyi saymıyor Bediüzzaman.

Bizdeki siyaset zemininin ne kadar karmaşık, ne derece kaygan olduğunu ve ucunun ecnebîlerin elinde bulunduğunu, ayrıca adeta meleği şeytan, şeytanı da melek görebilme tehlikesinin olduğunu, yine hemen her türlü yalan, hile ve aldatmanın yaşandığını göz önünde bulundurduğumuzda, Bediüzzaman’ın; “Siyasetçiler tam dindar olamaz; tam dindarlar da siyasetçi olmazlar” tesbitinin ne derece doğru olduğunu anlayabiliyoruz. Ayrıca tam dindarlık ile klâsik mânâdaki dindarlığın da çok farklı dindarlıklar olduğunu unutmamak lâzım.

Bediüzzaman’dan sudur eden bu hakikatlar ortada iken, bazı insanların, üstelik Nur’lardaki bu ve benzeri tesbitlerden haberdar olan bazı ihvanın günümüzdeki bazı siyasilere sempatilerinden ve tarafgirliklerinden hareketle onları, Bediüzzaman’ın bu tam da isabetli teşhislerinden istisna tutmaya çalışarak, ille de tam dindar göstermeye çabalamaları da ayrı bir garabet örneği olsa gerek.

Ayrıca bir elinde siyaset topuzunu, diğer elinde Nur’u tutanların tam mânâsıyla dine hizmet edemeyeceklerini yine Bediüzzaman haber veriyor. Bunun sebebini söylerken de, imana muhtaç insanların böyle bir elinde siyaset topuzunu, diğer elinde Kur’ân’ı tutan siyasilere karşı, “Acaba Nur ile beni celb edip, topuzla beni dövmek mi istiyor?” diyerek şüphe ve tereddüte düşeceğini beyan ediyor. Bu teşhis ve tesbitler de doğru değil mi? Bediüzzaman burada çoğu ehl-i dinin göremediği bir hakikati nazarlara veriyor. Din-i mübîne hizmet etmek gayesiyle yola çıkanların her türlü şüphe ve tereddütten uzak bir konumda, akla gelebilecek maddî ve manevî gayelerden musaffa, makam ve mevki beklentilerini akla getirebilecek şüphe ve tereddütlerden arınmış bir şekilde hareket edebilirlerse ancak muvaffak olabileceklerine işaret ediyor. Siyaseti meslek edinenlerin ise, bu noktada, iştigal ettikleri işin icabı olarak ister istemez umumun nazarında makam-mevki, şân ü şeref gibi gayeler gözükeceği için, muhtaç gönüllere muhatap olup etkili olmaları mümkün değil.

Yine bu meyanda “Kalbe ihtar edilen içtimâî hayatımıza ait bir hakikat” başlıklı bir mektubunda da Bediüzzaman; toplumun yüzde altmış-yetmişi tam dindar olmadıkça, dine hizmet gayesiyle yola çıkan siyasî kadroların başa gelmemeleri gerektiğini söylüyor. Bunun gerekçesini izah ederken de; ‘cemiyette çoktan beri ahlâk-ı İslâmiyenin zedelenmesiyle, o parti başa gelirse, dini siyasetlerine âlet etmeye mecbur kalacakları’ ikazında bulunuyor ki-–Allah korusun–-böyle bir durum dine yapılacak en büyük cinayettir. Böyle bir cinayete elbette hiçbir siyasî kadro doğrudan tevessül etmez. Velâkin siyaset alanındaki şân ü şeref hırsı, makam-mevki meftuniyeti gibi haller gereği, bir çok siyasînin her şeyi siyasetine basamak yaptığını da göz önünde bulundurmak durumundayız. Ayrıca dine hizmet niyetiyle yola çıkan malûm siyasî kadroların, belki de iyi niyetlerle, dinin yüce değerlerini inhisarlarına alarak, farkına varmadan dinin muârızlarını çoğaltarak  dine çok büyük zararlar verdikleri de acı bir gerçek olsa gerek.

Bediüzzaman’ın bu orijinal ve çarpıcı teşhis ve tespitleri, müellif-i muhteremin eserlerinden bîhaber olan bazı çevrelerce tuhaf, hatta inandırıcı görülmeyebilir. Ama biz diğer bütün tesbit ve teşhisleri gibi bu beyanlarının da doğru olduğunu biliyor ve görüyoruz. Burada toplumun yüzde altmış-yetmişinin tam dindar olduğunu kimse iddia edemez her halde. Şimdiye kadar dine hizmet niyetiyle yola çıkan malûm siyasî kadroların samimiyetlerine inansak dahi, toplumun böyle bir duruma hazır olmadığını, dolayısıyla böyle siyasî kadroların bilerek veya bilmeyerek, doğrudan veya dolaylı olarak, söz veya işaretlerle, hâl ve tavırlarıyla dinin yüce değerlerini siyasetlerine çekinmeden âlet edeceklerini ve işte böyle bir durumun dine vurulacak en acımasız bir darbe olacağını her ehl-i dinin göz önünde bulundurması gerekir.

İşte bunun içindir ki Bediüzzaman; “Bir tek hakikat-ı Kur’âniyeyi, bin siyasete tercih ederim“, “Şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçıyorum” diyerek hayatı boyunca fiilî siyasetten hep uzak durdu. “İki elimle nura sarıldım..” ve “Yüz elim de olsa, ancak nura kâfi gelir” diyerek bütün ömrünü iman Kur’ân hizmetine vakfetti.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*