Bediüzzaman’ın haklı olduğu ortaya çıktı

MAZLUMDER eski başkanlarından Dr. Ömer Faruk Gergerlioğlu: “Böyle bir darbe girişiminden sonra biz demokrasiyi savunan insanlar olarak ülkede temiz, beyaz bir sayfanın açılmasını umut ediyorduk. Ancak bu da olmadı ve OHAL ile birlikte durum daha kötüye gitmeye başladı.”

Uzun yıllar İnsan Hakları Savunuculuğu yapmış bir isim olarak ülkenin içinde bulunduğu durumu hukuk ve demokrasi açısından nasıl görüyorsunuz?

Maalesef bir iyiye gidişten bahsedemeyeceğiz. İnsan Hakları alanında, ülkede 2010 yıllarına kadar umut verici gelişmeler vardı, ama daha sonrasında gittikçe hukuktan, demokrasiden uzaklaşılan bir dönemi izlemeye başladık. Arada bir çözüm süreci ile umutlandık; ‘Ülkede büyük bir sorunun çözümü geliyor mu?’ diye umut besledik. Ama maalesef o dönem de bitti ve şiddet arttı, çatışmalar arttı. Hukuk ve demokrasinin de rafa kaldırıldığını gördük. Maalesef 15 Temmuz darbesi de hukuk ve demokrasinin rafa kaldırılmasına yardımcı olmuş oldu. Böyle bir darbe girişiminden sonra biz demokrasiyi savunan insanlar olarak ülkede temiz, beyaz bir sayfanın açılmasını umut ediyorduk. Ancak bu da olmadı ve OHAL ile birlikte durum daha kötüye gitmeye başladı. Ve birçok hukuksuzluk izlemeye başladık. Adil yargılanma ilkelerinin ihlâli, hukuk dışı, demokrasi dışı birçok gözaltı, açığa alma, ihraç etme, tutuklamalar ve sonuçlarını izlemeye başladık. Bundan sonra hem içeride hem dışarıda barışı, demokrasiyi, hukuku yükseltecek söylemler yerine maalesef savaşçı, çatışmacı bir anlayışı güçlendiren söylemler izlemeye başladık. Kriteri demokrasi, hukuk olan herkes bunu eleştirmeli, eleştirmek zorunda. Biz, İnsan Hakları Savunucuları konjonktüre bakmayız. ‘Şu an şöyle bir durum var, susalım, konuşmayalım” gibi bir tavır içine giremeyiz.

DEMOKRASİ AÇISINDAN ENDİŞELİYİZ

Demokrasi dışı yönelişlere karşı farklı cenahlardan da tepkiler artmaya başladı. Türkiye ‘demokrasi’ açısından geriye mi gidiyor?

Demokrasi değerli bir kavram ve demokrasi dışı yönelişler konusunda toplumun farklı kesimlerinden insanlar eleştirilerini ister istemez arttırmaya başladı. Ama bu eleştirilerin aşırı bir şekilde cezalandırıldığını görüyoruz. İnsanların ‘subliminal mesaj veriyor’ diye, bir yere danışma kurulu üyesi oldu diye tutuklandığı garip zamanlardan geçiyoruz. Bunlar Türkiye’nin demokrasi karnesinde çok büyük eksiklikler oluşturmaya başladı. Türkiye şu anda dünyada maalesef demokrasi açısından geriye giden bir ülke görüntüsü veriyor. Bu bizim yüzümüzü kızartan bir gelişme. Çünkü biz arzu ediyorduk ki darbe sonrası demokrasi açısından bir ilerleme olsun, yapılan hatalardan geri dönülsün ve tüm toplum her kesimi ile yeni bir ivmeyle güne başlasın.

Ama gelişmeler Türkiye’yi daha da geri götürdü. Ve şu anda geldiğimiz noktada iç karartıcı bir tablo var. Hem iç politikada, hem dış politikada… İçeride sorunların barış yoluyla değil, silâh yoluyla çözülmeye çalışıldığı; sert, buyurgan ifadelerin yer aldığı, başkanlık tartışmaları ile herkesin demokrasi açısından son derece endişe duyduğu birtakım gelişmeler yaşanıyor.

DEMOKRASİLERDE ELEŞTİRİ ÇOK ÖNEMLİDİR

Başkanlık sisteminin Türkiye demokrasisine etkisi ne düzeyde olur peki?

Başkanlık sistemi olmaz mı? Olabilir. Bir takım ülkelerde vardır. Ama bizim gibi bir ülkede başkanlığın şu anki ivmeyle, son zamanlardaki gidişatla alacağı şekil, maalesef hiç umut verici değil. Ülkenin hukuk, demokrasi açısından iç açıcı olduğunu söylemek mümkün değil. Düşünce özgürlüğü açısından insanlar susmaya teşvik ediliyor. ‘Susun, işinizi gücünüzü kaybedebilirsiniz’ kaygısı yerleştirilmeye çalışılıyor. Aslında demokrasilerde eleştiri son derece önemlidir. Demokrasi, eleştiri ile ayakta durur. Yönetici yönetimini sergiler, ama yönetilenler eleştirileri ile yönetime katılır. Katılımcı bir demokrasi ancak böyle olur. Fakat şu anda en küçük bir eleştiri, en ufak bir istek bile cezalandırılıyor. İnsanlar, ‘Niye böyle düşündün?’ denilerek çeşitli cezalara çarptırılıyor. Yargının normal bir demokraside, devlet ve hükümetten bağımsız olması lâzım. Yargı, ne devletin ideolojisinden, ne hükümetin siyasî kararlarından etkilenmemeli. Normal bir demokraside olması gereken bu, ama maalesef biz yanlı kararlar alınmaya başlandığını görüyoruz.

MEDYA DEMOKRASİNİN VAZGEÇİLMEZİDİR

Düşüncelere müdahalelerin olduğu ve kalem sahiplerinin sindirildiği bu ortamda herkes tedirgin…

Velhasıl, genel tabloya baktığımız zaman, her demokratın eleştirmesi gereken bir durum var, biz bu ülkenin iyiliğini, aydınlanmasını, bu ülkede hukuk ve demokrasinin yerleşmesini istiyoruz. Ve bu yüzden hem olumlu, hem de yerine göre olumsuz eleştirilerde bulunmuşuzdur, her zaman da olumlu gelişmeleri ayakta alkışlamışızdır. Meselâ darbe sonrası Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması, Harp Okulları’nın kapatılması gibi kararlar, demokrasi üzerindeki militer gölgenin azalması açısından olumlu gelişmelerdi. Bu kararların demokrasi açısından iyi olduğunu ve daha da ilerletilmesi gerektiğini söyledik. Yani olumlu bir adım atıldığı zaman tebrik ve teşvik ediyoruz, ama olumsuz gelişmelerde de bırakın farklı görüşlerdeki insanlar düşüncelerini söylesinler, tedirgin edilmesinler. Düşüncenin önünün kesildiği zamanlarda bir toplum gelişemez. Düşüncenin önü ne zaman kesilirse, o toplum gerilemeye mahkûmdur. Ne zaman demokrasi ve hukuk gerilemişse, o toplumda aynı zamanda hem maddî, hem manevî planda, medeniyet düzleminde gerileme başlamıştır. Geldiğimiz noktada maalesef önemli eksiklikler var.

DÜŞMANLAŞTIRMA POLİTİKASI İZLENİYOR

Nefret söylemi noktasında ‘havuz medyası’ diye tabir edilen kısmın özellikle de 15 Temmuz sonrasındaki söylemlerini nasıl buluyorsunuz?

Bu noktada maalesef bir akıl tutulması yaşanıyor. Ülkede adeta embedded (iliştirilmiş) bir medya var, hükümete ‘embedded olmuş’ ve o ne söylerse, sağa giderse sağa yöneliyor, sola giderse sola yöneliyor; hükümet yetkilileri ‘a’ derse ‘a’, ‘b’ derse ‘b’ diyor ve tamamen böyle bir yere eklemlenmiş medya görüyoruz. Bu kabul edilebilir bir hadise değil ve müthiş bir taraf ve nefret dili kullanılıyor. Maalesef seviye düşüyor. Bakıyorsunuz ki kriter, hakkaniyet, adalet, hukuk, demokrasi değil; ‘Sen benden yana mısın? Karşı taraftan mı?’ Kriter bu. Böyle bir kriterle nefret söyleminden başka bir şey yükselmez. Buradan hak, adalet çıkabilir mi? Ülkenin temelinde bu var. Sen böyle düşünmeye başladığın zaman müthiş bir keskinleşme, karşıtlaşma, kutuplaşma başlar. Baştan bir ön kabul var. ‘Ben iyiyim, sen kötüsün. Karşı taraf kötü. O zaman her şey bana ayarlı olmalı.’ Böyle düşünmeye başladığınız zaman tüm hakkaniyet kriterlerinizi kaybetmeye başlarsınız. Ve söylemlerinizde hem hak, hem akıl ve mantık ortadan kalkar. Ve bundan sonra insanlara hakkı, adaleti, barışı, kardeşliği hatırlatan insanları düşmanlaştırmaya başlıyorlar. Benim son mesajımda olduğu gibi. Yani benim mesajımda, barış mesajında; ‘hak, adalet, barış’ dedim ve maalesef anında bir düşmanlaştırma izledik. Bu, kabul edilebilir bir hadise değil.

TOPLUMSAL SORUNLARI ALEVLENDİRİYORLAR

Medyaya yönelik baskılar da bize pahalıya mal olacak gibi görünüyor.

Nefret ve karşıtlık söyleminin demokrasilerdeki en önemli organlardan biri olan medya üzerinde etkili olması çok tehlikeli. Çünkü bizim toplumumuz zaten sorunlu bir toplum. Birçok mesele var, bir çok düşünce sorunu var, dini ve etnik ayrım sorunu var ve bunlar çözülememiş durumda. Bunların çözümü yolunda meselâ 2009 yılında açılım politikaları yapılırken; ‘Kürt Açılımı, Roman Açılımı, Alevî Açılımı…’ gibi bir çok açılımı ayakta alkışladık. Ama sonrasında bırakın sorunların çözümünü, geldiğimiz noktada sorunları daha da alevlendirecek bir ortam oluşmaya başladı. Yani toplumda zaten farklı kesimler, farklı sorunlar, çözülmemiş alanlar var ve buna rağmen çözüm yönünde adım atacağınız yerde daha da karşıtlaşmış politika izliyorsunuz. ‘Biz ve onlar’ demeye başlıyorsunuz. ‘Biz ve onlar, bizden yana olanlar ve karşıdan yana olanlar.’ Böyle dediğiniz zaman sorunların çözümü için de hiçbir adım atmamış olacaksınız. Evet belki galip geleceksiniz, çünkü güç sizden yana. Bu şekilde galip gelme şansınız yüksek, ama hak, hukuk yerine gelecek mi? Maalesef bu mümkün değil. İşte medya özgürlüğü alanındaki kısıtlamalar son derece tedirgin edici.

MEDYADA SEVİYE DÜŞTÜ

Demokrasilerde kitlesel haber alma, verme yani medya özgürlüğü, özgür ve demokratik eleştirme geleneğinin olması o demokrasiyi geliştiren bir ortamdır. Ama şu anda geldiğimiz noktada karşıtlıkların körüklendiği, seviyenin son derece düştüğü ve nefretin geliştiği bir durumda, ülkeden bir hayır bekleyemeyiz. Bunu da düşünen insanlar olarak biz söylemek zorundayız. Bizim bu toplumun karşısında sorumluluğumuz var. Bu kötüye gidişi biz uyarmazsak kim uyaracak? Herkes kendi çıkarının peşinde koşarsa, bu toplumu hak ve hukuk temelleri üzerinde inşa etmek için kim uğraşacak? Biz bu noktada her şeyi göze aldık, çünkü bu toplumun iyiliğini, huzurunu, kardeşlik ve demokrasiyi istiyoruz. Bunun da bedelini ödemek zorundayız.

BU GÖRÜNTÜLER TÜRKİYE’YE YAKIŞMIYOR

Medya özgürlüğü alanında yurtdışındaki kriterler açısından da maalesef çok kötü bir durumdayız. Sürekli geriliyoruz. Her türlü insanî gelişmişlik endekslerinde Türkiye sürekli her yıl geriye gidiyor. İleriye gittiği alan maalesef yok. Demokrasi ve hukuk ile ilgili dünya standartlarıyla ilgili ölçümlerde Türkiye’nin maalesef üçüncü dünya ülkeleri arasında son sıralarda olduğunu görüyoruz. Bu görüntü, Türkiye’ye yakışmıyor. Bu görüntü, Türkiye’nin hak ettiği bir görüntü değil. Biz bir üçüncü dünya ülkesi mi olacağız? Yoksa gelişmiş demokrasi kriterlerinin uygulandığı bir ülke mi olacağız? Böyle bir tercih ve soru var ortada. Siyasî çıkarlar ve güç uğruna bir üçüncü dünya ülkesi olmayı tercih edebilirsiniz ve güç sahibi olabilirsiniz. Ama bu, tüm topluma ve demokrasiye kaybettiren bir tercih olacaktır.

omerfarukgergerlioglu2

DEMOKRASİ NÖBETİ DEMEKLE DEMOKRASİ OLMUYOR

Toplumda korkutucu bir ‘ihbar furyası’ var. İnsanlar, şahsî husûmetleri sebebiyle köylerde bile birbirlerini ihbar ediyorlar. Akrabalar arasında huzur kaçıyor. Sosyal medyada ve gazete köşelerinde birtakım yazarlar tetikçi gibi davranıyor, hedef gösteriyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Demokrasi nöbetleriyle biz bir yere gelinebilir diye düşündük. Çünkü adı “Demokrasi” ama buradan demokrasi çıkmıyor. O zaman demek ki bir yanlışlık var. Yani bir şeyin adını demokrasi takmakla oradan demokrasi zuhur etmiyor. Gerçek anlamda demokrasiyi uygulayacaksınız ki demokrasi neş’et etsin.

Toplumda maalesef tabana da, halk arasına da inmiş bu tür furyalar iyice artmaya başladı, bu bir gerçek. Öteki gördüğünü falanca örgütün üyesi olarak görmek, çok arttı. Siz bir şey söylüyorsunuz, hemen ‘PKK propagandası yaptı’, diyor. Birisi bir başka şey söylüyor, ‘FETÖ propagandası yaptı’, diyor, taraflaştırma propagandasının olduğu bir yerde sizden olmayan, size uygun olmayan herkes karşı tarafın adamıdır. Her eleştiri karşı tarafın sinsi propagandasıdır. Bu, böyle anlaşılır, böyle düşünülür. ‘Bu düşünce benden değilse karşı taraftandır, bu mutlaka kötü bir örgütün propagandasıdır’, diye düşünülüyor. Bunun toplumsal tabana yayılması son derece tehlikeli. Darbe sonrasında bu da oldu. Dediğiniz gibi insanlara inanılmaz komplolar, iftiralar, kumpaslar kuruluyor. Bu insana bir sözünden leke atılmaya çalışılıyor. İnsanlar hakkında bir yerlere yalan yanlış raporlar düzenleniyor, gönderiliyor. O insanlara hiç alâkası olmayan isnatlar yapılıyor ve karanlık bir ortam oluşturuluyor.

İnsanlar ne düşüneceklerini, ne yapacaklarını bilemiyorlar. En iyisi sesimizi kesmek, ağzımızı bantlamak diye düşünüyorlar. Bununla toplum nereye gidebilir ki? Ağzınızı bantlasanız bile, birisi size iftira atsa ve yönetim bu zemini sağlamışsa yine mağdur olursunuz. Çünkü kurgu, hakkaniyet üzerine değil.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Bediüzzaman’ın görüşlerini son derece önemli buluyorum. Getirdiği öneriler müthiş bir düşünce ortamının yerleşmesine vesile olacaktı, demokrasi ve sivil toplum anlayışını sağlayacak, kardeşliğin ve barışın olduğu bir anlayışın yeşermesine vesile olacaktı. Çok eza ve cefa gördü. Gelinen noktada ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı.

Uzun süredir IŞİD’leşme eğiliminden bahsediyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Düşüncelerinizi barışçı bir ortamda dillendirmediğiniz zaman savaş ve çatışma başlar. Biz 180 derece karşıt düşüncelere sahip olsak bile oturup barışçı bir şekilde düşüncelerimizi tartışmak durumundayız. ‘Sadece ben haklıyım ve sana galip geleceğim, herkes bana tabi olacak’ mantığının gideceği yer İslâm topraklarında IŞİD mantığıdır. IŞİD denilen son derece kötü bir örnek var, ama bu sadece ötekinin örneği değil. Bu örneğe biz de varabiliriz. “Ben hakim olmalıyım ve bana boyun eğmelisin, seninle konuşmayacağım ve barışı kabul etmiyorum” mantığı bizi IŞİD’leşmeye götürür.

ATEŞİN ÜSTÜNE BENZİN DÖKMEYELİM

Sorunların barış yoluyla halledilmesi gerektiğini uzun süredir söylüyoruz. Sorunlarımız var, bunları çatışmalar yoluyla çözemeyiz. Çatışma yoluyla bu sorunları çözersek ateşin üstüne benzin dökmek olur. “Gelin hep beraber bu ateşi söndürelim, üzerine su dökelim, serin bir ortamda, barış ortamında konuşalım” diyoruz. “Sorunları konuşarak halledelim ve bu şekilde hayata kavuşalım” diyoruz. “Barış bundan dolayı hayat demektir” diyoruz. Savaş acı doğurmaktan başka bir işe yaramaz. Ama maalesef bunu dediğiniz anda siz suçlu ilân ediliyorsunuz. Öyle bir akıl tutulması haline geldi ki ülkemiz…

“BARIŞ DİYORUM, ‘TERÖR’ ANLIYORLAR”

Son dönemde benim yaşadığım şey bu akıl tutulmasının en somut örneklerinden biri. İnsanlara Cumartesi annelerinin barış günü gösterisindeki bir fotoğrafta var olan realiteyi hatırlattım. Türkiye Cumhuriyeti devleti ile PKK örgütü çatışıyor. O fotoğrafta da bu örnek anlatılıyor, çatışmalar oluyor ve onların anaları ağlıyor. Böyle bir mizansen var ortada. Senin benim şunun bunun hoşuna gitmeyebilir, ama bu bir realitedir. Bu görüntüye bakıp “savaşlar bitirip tüketmekten başka bir işe yaramaz, çocuklar ölüyor, analarımız bir” diyoruz. “Çocukların cesetleri yan yana duracağına dirileri yan yana dursun” diye bir mesaj veriyoruz. Sonra “vay efendim bizim yok etmeye çalıştığımız şeyin propagandasını yapıyorsun” deniyor. Barış dediğimiz anda terörün propagandası yapıyor görüntüsü oluşmuşsa, o toplum çıldırmaya başlamıştır artık. “Barış” diyorsunuz, adam “terör” anlıyor, “Barışı savunalım” diyorsunuz, size “terörist” diyor. Zannediyor ki tüm sorunları şiddet yoluyla bitirecekler. Ama biz “barış” demeye devam edeceğiz, başka çaremiz yok. Konjonktüre bakarak şöyle demeyelim, böyle demeyelim gibi bir şansımız yok. Şu anda taraflar barış düşünmüyor olabilir, ama biz doğrunun peşinde koşmak zorundayız. Susarak bir yere varamayız.

“HUKUK DEMEYE DEVAM EDECEĞİZ”

Barış sözü olmasını bile hazmedemiyorsan burada çok tehlikeli bir durum var demektir. Ben bundan dolayı “barış hayattır” diyorum. Biz her ne olursa olsun demokrasi ve hukuk üzerinde yükselmiş bir barışın tüm topluma hayat sağlayacağını düşünüyoruz. Tüm insanların böyle düşünmesi lâzım. Biz doğru bildiklerimizi hukukun üstünlüğünü söylemeye devam edeceğiz. Bunu yapmak zorundayız.

“TEBRİK DE EDERİZ, ELEŞTİRİRİZ DE”

Erdoğan’ın 2009 yılında söylediği sözler ve barış çağrısı sizin açığa alınmanıza sebep olan sözlerinizle neredeyse kelimesi kelimesine aynı. Bu söylem ve eylem değişimi nasıl görüyorsunuz?

Açılım politikaları olurken tebrik ettik, güzel gelişmeler var dedik ve ayakta alkışladık. Çözüm süreci başladığı zaman yine tam destek verdik. Ben çözüm süreci öncesinde de, sırasında da, sonrasında da hep aynı şeyleri söyledim. Bende değişen bir şey olmadı, konjonktüre göre değişen bir lâfım olmadı, Allah’a şükürler olsun. Çünkü kriterim iktidarlar, zaman, yer, siyasî durum değil. Doğru bildiğimi söylemeye çalışıyorum. Ve doğruya yaklaşıldığı zaman yöneticileri tebrik ediyor, doğrudan uzaklaşıldığı zaman da eleştiriyorum. Yaptığımız hep bu oldu. Bizler kriteri hukuk ve demokrasi olan insanlarız. Her zaman buna uygun bir biçimde konuşmaya çalışırız.

Devletin toplumla barışının sağlanmasını, devletin Kürtlerle barışmasını zaten yıllardır söylüyorduk. Alevilerle de, farklı dinî etnik kesimlerle… Herkes için söyledik bunu. Devletin her kesimle barışması gerektiğini hep söylüyorduk. Ama ancak belli bir dönemden sonra hükümet bu konuda icraatlar yapmaya başladı. Açılım zamanlarında Erdoğan’ın sözlerini hepimiz hatırlıyoruz. Son derece güzel şeyler söylenmeye başlanmıştı. “Türkiye Cumhuriyetinin inkâr ve asimilasyon politikalarının olduğunu, bunlardan vazgeçildiğini” söyleyen bir başbakan vardı. “Şu ana kadar olan inkâr ve asimilasyon politikalarını terk ettik” deniyordu. Dersim’ için Başbakan özür diledi. O zamanlarda devlet adına özürler dileniyordu. Demek ki devlet özür dileyebiliyormuş. Çok zor değilmiş bu, devletin toplumla barışma anlamında çok da iyi oluyormuş. Biz bunu da açık yüreklilikle tebrik ettik.

Ama yöneticiler eski söylediklerini unuttu. Eskiden söylenen her şey arşivlerde çok net açık bir biçimde duruyor. “Çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” değil miydi çözüm sürecinin sloganı… Devlet bir takım sorunların kendi politikaları yüzünden çıktığını ve bunların terk edildiğini söylemedi mi? Ama gün geldi ve çözüm süreci bir şekilde bozuldu. Sonra öncesinde ve sonrasında aynı sözü söyleyen bizler dışlanmaya başladık. Ben Kocaeli’de akîl heyetin mihmandarlığını yapmıştım. Devletin valiliği ve emniyet müdürlüğü ile beraber akîllerin karşılanışını, gezdirilmesini ve tüm temaslarını ben üstlenmiştim. Ama şimdi? O zaman biz el üstünde tutuluyorduk, söylediklerimiz tasdik ediliyordu, çözüme yardımcı olmamız isteniyordu. Şu anda yine aynı cümleleri söylüyorum. “PKK propagandası” ile suçlanıyorum. Benim cümlelerimde hiçbir değişiklik yok ki…

“ANALAR AĞLAMASIN DEMEK SUÇ OLDU”

Dün takdir görürken bugün inanılmaz iddialarla suçlanıyoruz. Bana “PKK propagandası” yapmaktan idarî ve adlî soruşturma açılmış durumda. Ağır ithamlarla karşı karşıyayım. Ben hayatım boyunca herhangi bir örgütün zerre kadar propagandasını yapmış biri değilim. Hep ve tek dediğimiz “barış ve yaşam” oldu. Sürekli insan hakları, adalet, barış dedim. Bunları söyleyen birisini kalkıp PKK propagandası ile suçluyorlar. Bunu nasıl yapmışım? “Analar ölmesin, çocuklar ölmesin” diyerek mi? Bunu başka bir ülkede söyleseniz size gülerler. Bundan dolayı şu anda soruşturma altında olmama gülerler.

Ben insanlara hayrı, iyiliği hatırlattığım için mi suçluyum? Şu anda bana öyle bir toplumsal linç kampanyası düzenlendi ki sosyal medyada hakaretler, tehditler, hedef göstermeler… 15 ayrı suç duyurusu yaptım. Bana yönelik suç duyurusu anında işlem gördü, ama benim yaptığım suç duyuruları ne zaman işlem görecek, görecek mi, bilemiyorum. Şimdi barışı isteyenler bu denli cezalandırılıyorsa bu toplum için son derece tehlikeli bir hal demektir. Ben hayatımı barışa vakfetmiş biri olarak böyle cezalandırılıyorsam gerçekten bu toplum için çok üzücü bir durumdur. Çözüm süreci öncesinde de çok tehlikeli bir ortam vardı. “Bu iş çatışmalarla çözülmez” dediğiniz anda yemediğiniz hakaret kalmıyordu, ama biz o zamanlar da aynısını söylüyorduk. Çözüm sürecine gelindiğinde ise “çok haklıymışsınız, siz bunu yıllardır söylüyormuşsunuz” dendi sürekli. Peki ya şimdi? “Çok haksızsınız” diyorlar. İnanılmaz bir şey bu… Akıl almaz bir mantıksızlık yaşıyoruz. Sözler aynı, ama zamanlar değiştiği zaman size olan yaklaşımlar farklılaşıyor. Ama Allah’ın izniyle vazgeçmeyeceğiz.

Türkiye ve dünya alev topu gibi… Her yanda savaş var. Sizce tehlike ne kadar büyük?

Şu anda kanın, ateşin, gözyaşının içte ve dışta artma ihtimali var. İçte savaş, dışta savaş hali devam ederse toplum bir ateş topuna dönebilir ve o zaman bu günleri aramaya başlarız. Şu anda dindar kesim bile kendi gerçek dinî kriterlerini bırakarak hükümetin her söylediğinin doğru olduğunu düşünüyor. Dinî anlayış bile hükümete göre belirleniyor. Böyle bir durum oluşmuş. Adam kendi dinindeki güzellikleri ve insaniyet anlayışını görmenin değil, siyasî kaygılarla hükümete taraftarlık yapmanın derdinde. Diyor ki ‘hükümet ne derse onu diyeyim.’ Uyarıyorsunuz ve dinde, insaniyette böyle birşey olmadığını söylüyorsunuz. Bu defa da seni duymak istemiyor. Taraftarlık ruhu insanları inanılmaz yerlere getirmeye başladı. Senin kriterin din ise, din “Barışı, huzuru sağlayın, insanlara haksızlık yapmayın” diyor. Ötekinin hakkını savunmak ve korumak için insan olmanız yeterlidir. İnsan hakları anlayışı da dinî değerlerimizden farklı değil. Evrensel olan bu hak savunuculuğu ötekinin varlığını ve hakkını hatırlatarak bizlere adil olmayı öğütlüyor.

İster Türk olayım, ister Kürt, ister Hıristiyan ötekinin hakkını savunmak durumundayım. İzmit Protestan Kilisesi’ne saldırı yapıldığında ilk ben açıklama yaptım. Pastör bana telefon açtı ve şaşırdığını ifade etti. Bir dindar olarak nasıl bizi koruyan bir açıklama yaptın dedi, ben de “bir Müslüman olarak bunu ilk benim yapmam lâzımdı” dedim ve “eğer bu açıklamayı yapmazsam esas o zaman şaşırman lâzımdı” dedim. İnanç özgürlüğü varsa ve birisinin inancına saldırılmışsa bunu tel’in edecek olan ilk biziz. Benim açığa alınma hadisesi geldiğinde beni ilk arayıp “geçmiş olsun, sizin için duâcı olacağım” diyen de o Pastör oldu. Bir Müslüman Hıristiyan’a, bir Hıristiyan Müslümana sahip çıkıyorsa haksızlık anında bu ortak paydanın oluşması demektir. Bizler her alanda bunu yapmaya çalışıyoruz. Sadece Kürt meselesinde değil her alandaki haksızlıklara karşı bunu yapmaya çalıştık. Ömrümüz bu gayretlerle geçti.

“TEK İSTEDİĞİMİZ BARIŞ, HUZUR”

Filipinlerde, Kolombiya’da… Her ülkede öyle veya böyle bir çatışma yaşanıyor. Toplumlar dünyanın farklı yerlerinde yaşanan çatışmaların çözümlerini bulmaya çalışıyor ve buluyor. Dünya genelinde çatışmanın yaşanmadığı bir toplum yok. Ben de yıllardır bunları inceliyor ve bunlarla uğraşıyorum. Kendi ülkemdeki çatışmalara nasıl duyarsız kalabilirim, buna reçeteler sunmadan nasıl durabilirim ki. Tabiî ki bir şeyler diyeceğiz, kendimizce reçeteler sunmak durumundayız. Ama sen reçete sunan adamı bile boğmaya kalkarsan o toplumun hali haraptır. İnsan hakları aktivistleri devletten ve tüm kimliklerden bağımsızdır. “Mazlûmlar için dayanışma” dedik ve yıllar önce bu yola çıktık. Son derece değerli yaklaşımlar bunlar. Bu gibi insaniyet dolu yaklaşımlar, toplumun koruması gereken yaklaşımlardır. Ama siz kalkıp insan hakları kavramını şeytanlaştırmaya başlarsanız bu artık iplerin koptuğu bir çıldırma noktasıdır.

BEDİÜZZAMAN DİNLENSEYDİ BUNLAR OLMAZDI

Bediüzzaman’ın Kürt sorununa yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bediüzzaman’ın sunduğu çözüm önerileri dinlenseydi, şu andaki bu durumlar olmayabilirdi. O Türk-Kürt kardeşliğini işledi hep. Anadilde eğitimin olmazsa olmaz olduğunu vurguladı. Van’da gerçekleştirmek istediği Medresetüzzehra gibi dev bir eğitim projesinin tesisi son derece değerli bir öneriydi. Risale-i Nur’da bu konuda son derece önemli çözüm önerileri getirilmiş durumda. Bediüzzaman 100 yıl sonrasını gören bir bakış açısıyla Kürt meselesinin nereye gideceğini görüyordu. Ama maalesef dinlenmedi. Hayatı ilim, amel, iman yolunda geçen çok nadide bir insandır o. İlim, zekâ, kalem açısından son derece örnek bir insandı. Büyük bir mücadele vermişti Türkiye’nin ve dünyanın tüm sorunları için. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Kürt meselesi ortada duruyordu ve çözüme muhtaçtı. O günün yöneticileri ilim adamlarını dinleyerek adil çözüm bulabilirlerdi ve onca kan, gözyaşı, kayıp yaşanmazdı. O coğrafyalara ilim, fen, hikmet inşa edecek böylesi projeler yapılsaydı insaniyet adına çok iyilik yapmış olurlardı. Ben bu noktada Bediüzzaman’ın görüşlerini son derece önemli buluyorum. Getirdiği öneriler müthiş bir düşünce ortamının yerleşmesine vesile olacaktı, demokrasi ve sivil toplum anlayışını sağlayacak, kardeşliğin ve barışın olduğu bir anlayışın yeşermesine vesile olacaktı. Çok eza ve cefa gördü. Gelinen noktada ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı.

Röportaj: N. Nur Ener / nnurener@ye­ni­as­ya.com.tr

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*