Bediüzzaman´ın Hamidiye Alaylarına bakışı

HAMİDİYE ALAYLARI VE KURULUŞ GAYESİ

Şanlı Osmanlı devletinin son dönemine rastlayan Hamidiye Süvari Alaylarının kuruluşu 1891 yılında çıkarılan elli üç maddelik nizamname ile gerçekleşir. Sultan Abdülhamid, doğuda kurulacak askerî alayların çeşitli faydaları olacağını ümit etmekteydi.

Doğu Anadolu’da âsâyişin bozulmasına sebep olan aşîretler bu olaylar sâyesinde hem inzibât altına alınmış, hem de Ermeniler karşısında teşkilâtlandırılmış olacaktı. Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En mühimi ise, yabancı devletlerin aşîretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı.

www.saidnursi.deBu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmamak üzere; her bölük dört takımdan, her takım da 32 neferden noksan, kırk sekiz neferden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacak. Büyük aşîretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecek şekilde düzenlenir. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti.

Nizamnâme hazırlanıp kabul edildikten sonra IV. Ordu komutanı Müşir Zeki Paşanın komutasında Hamidiye Alayları hayatiyete geçirildi. 1893 yılında Doğu ve Güneydoğu’daki aşiret reisleri, adamlarını toplayıp İstanbul’a gelerek Sultan İkinci Abdülhamid Hanı ziyâret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan İkinci Abdülhamid Han da o­nların her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında önceden olmayan diyalog kurulmuş oldu. Ancak aşiret hayatına alışmış olan bu insanlardan askerî birlik teşkil etmek çok zordu. Zaten bu durumları bilen Sultan İkinci Abdülhamid Han, aşîretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini tavsiye etti. Hattâ irâdelerinin birinde; “Normal askerî birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sâyede disiplin altına alınmış ve neticede günün îcâblarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar” diyordu. (http://www.dallog.com/kurumlar/hamidiyealay.htm)

Sultan II. Abdülhamid, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem verdi. Doğudaki Ermeniler arasında gelişen fanatik milliyetçi çeteler, Abdülhamid’in bu bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu. Abdülhamid’in getirdiği çözümün çatısını da “Hamidiye Alayları” oluşturdu. Abdülhamid’in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğu’daki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak amacıyla kurulan yarı askerî birliklerdi. Giderek büyüyen Rus tehdidine ve Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıyordu.

Aslında alaylar, Sultan Abdülhamid’in Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve bağlılıklarını arttırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul’da eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları yoluyla “Osmanlı” bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurlar da vardı. İstanbul’da “aşiret mektepleri”nin açılması, bölgedeki medreselere maddî destek verilmesi bu projenin ayaklarını oluşturuyordu. Abdülhamid, ayrıca, yöreye gezici öğretmenler ve vaizler göndererek halkın eğitimine de önem verdi.

Prof. Dr. Ercüment Kuran, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının askerî okullarda okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna tayin edilmesinin önemine işaret eder ve hükmünü “Doğu Anadolu halkının devletle bütünleşmesinde Abdülhamid’in hizmeti büyüktür” şeklinde verir. Askerî bir misyonu da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli Ermeni çetelerine karşı koyar, gerilla tipi savaş verir. (Aksiyon, Mustafa Akyol, Sayı: 498, 21.06.2004)

BEDİÜZZAMAN VE HAMİDİYE ALAYLARI

1894 yılının bir yaz ayında Bediüzzaman, Siirt’in Tillo ilçesinde inzivada iken, gördüğü meşhur rüya üzerine Miran Aşiret Reisi Mustafa Paşa’yı hidayete dâvet etmek ve yaptığı zulümden vazgeçirmek maksadıyla harekete geçer. Bediüzzaman hayatında ilk defa bir Hamidiye Paşası olan Miran Aşiret Reisi Mustafa Paşa ile Cizre’de, Şeyhan Yaylasında karşılaşır. Tarihçe-i Hayat’ta geçen bir takım olaylardan sonra Mustafa Paşa Molla Said’e tövbe sözü verir; fakat daha ileriki yıllarda tövbesini bozar ve yine zulme devam eder.

İşte Devlet Arşivlerinde geçen belgelerle Mustafa Paşa’nın bazı vukuatları:

23 Nisan 1892 tarihli vesika:

Musul Emlak-ı Hümayun Komisyonu Riyaseti’nin 11 Nisan 1308 tarihini taşıyan telgrafında, Diyarbekir Vilayeti’ne tabi Miran Aşiret Reisi Mustafa Paşa’nın bir hayli atlı ile bir köye hücum ettikleri, bir çok hayvanı gasp ettikleri, birkaç insanı katlettikleri, o­n-on beş evi yıktıkları ifade edilmiştir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. PRK. HH., nr. 25/32, 25 Ramazan 1309).

21 Eylül 1901 tarihli vesika:

Diyarbekir Serkomiserliği’nden Zabtiye Nezareti’ne gönderilen şifreli telgrafta; Cizre Kazası’nın Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa ile damadı Tahir Ağa’nın tahrikiyle Miran ve Geçan(?) aşiretlerinden iki yüz atlı ve üç yüz yayan yani beş yüz aşiret mensubu, Cizre’ye yarım saat mesafede bulunan dört köye hücum etmişler, mallarını, koyun, öküz ve diğer hayvanlarını gasp ettikleri gibi, evlerini de yıkmışlardır. Bu arada açtıkları ateşin isabet etmesi sonucu, çocuğunu emzirmekte olan bir kadın hayatını kaybetmiştir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. MTV. nr. 221/43, 7 Cemaziyelahir 1319).

21 Temmuz 1902 tarihli vesika:

Serasker Rıza Paşa, Mustafa Paşa’nın bunca yaptıklarına rağmen, henüz hakkında hiçbir şeyin yapılmamış olmasından yakınmıştır. Rıza Paşa, Mustafa Paşa’nın yaptıklarına karşılık benzerlerine ibret olacak şekilde bir muâmelenin yapılmaması halinde, bu durumun kendilerini cesaretlendireceğini ve neticede zulüm yapanların sayısının artacağını dile getirmiştir. Böyle bir durumun bölgede hasarlara ve zararlı faaliyetlerin artmasına yol açacağını, yapılan şikâyetlerin tahkik edilmesi gerektiğini, olayı soruşturacak bir heyetin oluşturulmasını, bir divan-ı harbin kurulmasını da istemiştir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. MTV., nr. 232/76, 14 Rebiülahir 1320).

Devlet Arşivinde bir çok benzeri şikâyeti havi vesikalardan verilen yalnız bu üç örnek bile, Mustafa Paşa’nın neler yaptığını ciddî bir şekilde ortaya koymakta ve çok genç yaştaki Molla Said’in, niçin Mustafa Paşa’yı öldürmekle tehdit ettiğine açıklık getirmektedir. (Yeni Asya, 30.12.2005)

Bediüzzaman 1902 yılında Van’da iken Mustafa Paşa ile yıllar sonra tekrar karşılaşır. Geravi aşireti reisi Şeker Ağa ile Paşa’yı barıştırır. Paşa’ya dönerek tövbesini bozduğunu ve salimen Cizre’ye varamayacağını ifade eder. Gerçekten de Paşa 1902 yılında, yayladan Cizre’ye dönerken, Cizre-Şırnak arasında meydana gelen aşiret kavgalarının sonunda serseri bir kurşunla öldürülür.

Bediüzzaman daha sonra yayınlanan Münâzarât adlı eserinde Doğu vilayetlerine Hamidiye alaylarının etkisini ve sonuçlarını şu veciz ifadelerle dile getirir: “Evet, ‘Mûtû kable en temûtû’ (Daha ölmeden ölmek) sırrına, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilâç göndermek, hattâ dâü’l-cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsâlinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne toplamak, yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir? İşte mâhiyet-i istibdâdın timsâli budur. Zîrâ, sâbıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsâit değildi. İşte hükümetteki istibdâda, her şeydeki istibdâdı kıyas ediniz. Hattâ, taklidi tevlid eden ilmin istibdâdı dahi böyledir.” (Münâzarât, s. 25-26)

Bediüzzaman, henüz 17 yaşında iken gözlemlediği Hamidiye Alaylarının durumunu, feodal yapı içerisinde bulunan aşiretler aracılığıyla Doğu vilayetlerinin derdine derman olamayacağını, aksine hastalığı arttırıcı ölümcül etkilerini gözler önüne serer. Bu sebeple Bediüzzaman, Hamidiye Alaylarının işleyişine karşı gelmiştir. Bu konuda Mustafa Paşa örneğinde olduğu gibi yanlış uygulamalara karşı tavır geliştirmiştir. Öte yandan Münâzarât adlı aynı eserinde kendisine izafeten talebeleri tarafından dile getirilen görüşlere baktığımızda, Bediüzzaman’ın yukarıda aktardığımız görüşleriyle bir çelişki var gibi görülmektedir. Bu ifadeler şöyle: “Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare Vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye o­nları sevk etmesi, Hamidiye Camii’nde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, dâimâ Yıldız dairesinde mânevî üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için, Üstâdımız, bütün hayatında o­nun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğini kanaat etmişti.” (Münâzarât, s. 150-151, Muhsin-Ziyâ 1953, Fatih/İstanbul)

Her iki ifade iyice incelendiğinde aslında herhangi bir çelişkinin olmadığı görülecektir. Çünkü Bediüzzaman gerçekten Sultan II. Abdülhamid’in şahsını sevdiği gibi aynı zamanda o­nu bir nev’î veli makamında kabul etmiştir. Yani şahsı konusunda bir tenkitte bulunmamış, aksine övmüştür. Ancak Bediüzzaman, o zatın icraatları konusunda yapılan yanlışlıkları da dile getirmekten çekinmemiştir. Hamidiye Alayları konusunda da, düşünce olarak müsbet karşıladığını, Doğu’da bu tür bir yapılanma ile Bedevî aşiretlerinin medeniyete kavuşturulmasını iyi gördüğünü yukarıda geçen ifadelerden anlıyoruz; fakat bu yapılanmanın fiiliyatta olumlu bir sonuç getirmediğini bizzat olayları yaşayarak gözlemlemiştir. Yani düşünce iyi ama icraat ve sonuç kötü olmuştur.

Benzer konuda makaleler:

2 Yorum

  1. Bence üstad hazretlaeri yukarıda anlatıldığı gibi Abdülhamit hanı bir veli gibi görmemektedir.Anlamadığım neden birileri gıyabında üstad ile padişahı barıştırmaya çalışırlar.Oysa bir kişinin iyimi yoksa kötümü olduğu fiillerinden anlaşılır.Mustafa paşanın onca mezalimine karşı yapılan şikayetlerin değerlendirilmemesi ve hakkında hiç bir tahkikat yapılmayışı, Padişahın hamidiye alaylarını kürtleri medeniyete kavuşturmak içinmi kurduğu yoksa kürtleri kontrol altında tutup daima emir altında yaşamaya alıştırmak ve gelişen dünyadan koparmak ve bu sayede istediği gibi kullanmak içinmi kurduğunu anlamak hiçte zor değil sanırım.Büyük bir islam aliminin kürtleri geliştirmek ve medeniyete kavuşturmak için geliştirdiği fikirlerini fiiliyata dökmek için iyi sandığı padişahtan yardım istemesine karşın deli diye tımarhaneye atılması mı ona padişahı veli gibi tahayül ettirdi acaba.Yoksa onun kürtleri gerçekten geliştirecek olan ve medeniyete kavuşturacak olan fikirlerini fiiliyata döktürmemek için ona susma payı olarak bin kuruş maaş teklif etmesi mi, onu üstada bir veli gibi tahayyül ettirdi.Yoksa bu teklifi rededip HAK-KI daima haykıracağını ve milletinin menfaatlerini kendi şahsi menfaatlerinin daima üstünde tutacağını söylemesine karşın tımarhaneden alınıp tarasuthaneye atılmasımı, Padişahı veli gibi kabul etmesine vesile oldu.Anlamdım doğrusu.Yoksa üstad kendisi ne dediğini bilmiyorda bu sulh yapmaya çalışanlar mı biliyor.Oysa kendi ifedelerinde demiyırmu,BEN SİZLERE SU-İ ZAN MAKAMINDA HÜSN-Ü ZAN EDERDİM,diye.Bu ifadelerde mi ÜSTAD padişahı bir veli gibi görüyor.Hem bu ne biçim bir veliliktir ki geri kalmış bir milleti geliştirmek için eğitim yolunu değilde asker etme yolunu seçiyor.İlerleme, medeniyete entegre olma, eğitimle olur.yoksa biz mi yanlış biliyoruz.Yada ne zamandan beri bir millti geliştirmek için,medeniyete kavuşturmak için,asker eder oldular.Eğer PADİŞAH hazretlerinin bu fikri bir velinin fikri ise, bizler neden çocuklarımız okul yerine kışlalara göndermiyoruz.SEVGİLİ müslüman kardeşlerim meseleleri değerlendirirken,lütfen ÜMMET anlayışı ile değerlendirelim.Eğer düşüncelerimize MİLLİ hissiyatımızı katarsak,gerçekten sonuç milliyetçi bir yapıda ortaya çıkar.Yada biraz daha açık bir ifade ile şöyle söyliyeyim.Bütün konularda müslümanca düşünüp, konu kürt kardeşlerimiz olunca TÜRKÇE düşünmeyelim.Kardeşlerimizin iyi niyetinden son derece eminiz ama bazı yanlış düşünceleri eleştiri hakkımız olduğunu düşünüyorum.O iki insanda rahmet-i rahmana kuvuşmuş olup orda hesaplarını görecekler.haklı ve haksızı ALLAH en iyi bilendir.Ama abdülhamit hanın uygulamalarının gerçekten bir veli ile uzaktan ve yakından ilgisi yoktur.Eğer bunları ben görebiliyor ve anlayabiliyor isem ÜSTAD gibi deryay-ı ilim muhakkak görür ve bilir.Nitekim o zulümlere maruz kalan oydu.Ve o gün ÜSTADın fikirleri hayata geçmiş olsaydı bu gün ne pkk diye bir sorun ve nede bin yıldan beri devam eden Kürt ve Türk kardeşliği kana bulanmış olmazdı.Ve bu gün bu kan akıp gitmezdi. ÜSTADIN bu fikirlerinin hayata geçmesini engelleyen sanırım Abdülhamit han dan başkası deyildi.Kader-i ilahi bu kanın vebalini birazda Abdülhamithana fatura edecek sanırım.RABBİM Abdülhamit hanı en yüce olan adaletiyle yargılayacaktır.Biz aldığımız İSLAM terbisine göre,sadece ona ALLAH RAHMET etsin.ALLAH üstad BEDİÜZZAMAN SAİDİ NURS-İ hazretlerinden ebdiyyen razı olsun. Bizleride şefaatından mahrum etmesin İNŞAALAH.Selam ve dua ile.ALLAH hepinizden razı olsun.En kısa zamanda cevap bekliyorum.

  2. nasıl oluyorda yukarıdaki makaleden Abdulhamit hanın kötü olduğu kanısına varıyorsunuz. bir makale yazısına ne çabuk inanıyorsunuz hemen . e tabi eğer sırtınızı ovalıuyor vede işinize geliyorsa kabul yuoksa red kardeşinm siz bu olaylar hakkın da daha başka kaynakları araştırdın mı. Şayet eğer varsa bizede o kaynakları gösterde bizde bilelim de sana hak verelim . konuyu hemen Türk _ Kürt meselesine nasıl getirdi şaşıyorum. Zaten sizin gibilerin farazi düşleri sayesinde insanlarda olmayan ,gerçekte olmayan ama zorla kabullendirilen duygusal fikirler yüzünden bu hale geliyoruz.
    Ayrıca siz kim oluyorsunuz da insanları alim mi veli mi diye ayırmaya kalkıyorsunuz. nerden biliyorsunuz alim olup olmadıklarını? kimin alim olup olmadığını Allah bilir. Askere alma işine gelince güzel kardeşim siz osmanlıda askeri ocakların sadece askeri eğitim verilen yerler olarak mı görüyorsunuz. Askeri okulları ozaman kurtlarmı yedi. ne kadar basit düşünmüşsünüz.
    Ümmet anlayışından bahsetmişsiniz osmanlı padişahları içinde ÜMMET anlayışına en çok hizmet eden bir padişahı milliyetçiliklşe suçluyorsunuz. yazık … çok yazık …Eğer öyle olsaydı hindistanda , açede , kafkaslarda , balkanlarda vede afrika da Abdülhamide duyulan saygı hangi padişaha duyulmuş söylermisiniz? yedi düvel arabistan yarımadasını karıştırmak için nice servetler harcadı fakat padişahın bir selamının yerini alamadılar. Şimdi eğer milliyetçi ise okadar millet neden saygı duymuş padişaha. neden yüzler defa taki 1950 yllarına kadar Abdülhamit han için mevlit okutulmuş bu yerlerde.?
    Ayrım yapmayalım demişsin ama sen daha şimdiden Said-i Nursi hz. ni kürt olduğu için kabullenip Padişahı dışlamışsın. böylemi ayrımın önüne geçeceksin.
    velev ki tarihte bazı yanlışlarda olmuşsa o yanlışları yapanda bizim insanımızdır diyerek kabullenmeli ve de ders almalıyız. hemen baltaları satırları kuşanmamalıyız. Kaldıki biz tarihimizi hep kendi çıkarlarımız doğrultusunda bireylerimize öğretiyoruz. zaten cumhuriyeten öbnceki tarihi olayları kimse tam olarak anlamışta değil. ozaman ki büyülklerimizin arşivlere neler yaptıkları malum. şimdi ise daha yeni yeni gerçek tarihle yüzleşiyoruz. fakat bazıları tarih prof..ne atanmış olarak görmekteyiz. bu da bizlerin yanlış bilgilendirilmesine sebep oluyor.
    Tek kaynakla-tek grupla -tek bakış açısıyla tarih sorgulanmaz .

    Allah’a emanet olun . ……

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*