Bediüzzaman’ın manevî şahsiyeti

Rûmî tarihle 1293, Milâdiye göre 1878 yılında doğan ve 23 Mart 1960 yılında Hakkın rahmetine kavuşan Bediüzzaman, seksen iki senelik uzun ve bereketli hayatını insanlığın hem dünya hem de ebedî saadetini kazanmalarına vakfetti.

Dünya zevki namına hiçbir şey tatmadı. Bütün ömrü harp meydanlarında, memleket mahkemelerinde veya esaret zindanlarında geçti. Kendi tabirince görmediği ezâ, çekmediği cefa kalmadı. Ama o, zindanda iken bile safayı görenlerdendi. Kendisini memleket memleket sürgüne yollayanlara, kasaba kasaba dolaştıranlara, zindanda yer hazırlayanlara hakkını hep helâl etti.

Kaderin garip bir tecellisi olarak başına gelen bütün bu olaylar esnasında, Kur’ân’ın bu çağa bakan son dersi Nur Risalelerini en zor şartlar altında telif etti. Fen ve felsefeden gelen dehşetli dinsizlik cereyanına karşı Çin Seddi gibi bir sedd-i Kur’ânî oluşturdu.

İman ve küfür mücadelesi, Hz. Âdem’den (as) beri süregelen bir mücadeleydi. İlahlık taslayan Firavun’un karşısına Hz. Musa’yı (as), Nemrud’un karşısına Hz. İbrahim’i (as), Ebu Cehillerin karşısına Hz. Muhammed’i (asm) çıkaran, onların tahribini tamir ettiren ve şirk bataklığındaki insanlığı tevhid nuruna eriştiren Cenâb-ı Hak; ahirzamanın en dehşetli iman ve küfür mücadelesinde ve deccalizm zihniyetinin insanlığa kurduğu darbelerde elbette insanlığı sahipsiz bırakmayacaktı. Özellikle, İslâm âleminde zuhur eden ve aldatmakla iş gören Süfyani deccala karşı, asırlardır ümmetin beklediği ve yolunu gözlediği son müceddidi gönderecek ve onun yaptığı tahribatı tamir ettirecekti. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle izah ediyor: “Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir hâlife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nev’î mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslâh etmiş, din-i Ahmedîyi (asm) muhafaza etmiş. Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevî’den olacaktır.” (Mektubat, s. 745)

Her asırda İslâm dinini korumak amacıyla bahsi geçen mübarek insanları ve büyük zatları gönderen ve manen vazifelendiren Cenâb-ı Hakk’ın, onların vazifedar olduğu bütün hizmet alanlarını son müceddidde toplayıp, ondan sonra başka bir müceddidin gelmesine ihtiyaç bırakmayacak şekilde vazifelendirmesi hikmetinin, adaletinin ve rahmetinin gereğidir. Nasıl ki, peygamberliğin bir başlangıcı ve sonu vardır ve Hz. Muhammed (asm) ile son bulmuştur. Öyle de, müceddidler silsilesinin de bir başlangıcı olduğu gibi, elbette bir sonu da vardır, ilânihaye devam etmez. Bu manayı Bediüzzaman şöyle şerh ve izah eder: “Büyük Mehdînin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraatları olduğu gibi, her bir asır, me’yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nev’î Mehdîye veyahut Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nev’î Mehdî Âl-i Beyt’ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve diyanet âleminde Gavs-ı âzam ve Şâh-ı Nakşibend ve aktâb-ı erbaa ve on iki imam gibi…” (Şuâlar, s. 922)

Ümmetin bozulduğu ve fesada uğradığı zamanlarda hep bir mehdi ve kurtarıcı beklentisi olduğu gibi, Osmanlı’nın son döneminin yaşandığı ve İslâmiyet aleyhine gelişmelerin olduğu bir sırada ilân edilen Hürriyet ve Meşrûtiyetle ilgili endişeye kapılan ve dinin elden gitmeye başladığını zanneden bir kısım insanlarda da böylesi bir beklenti oluşmuştur. İşte böyle bir atmosferde şark aşiretlerini dolaşan ve onlara Meşrûtiyet ve Hürriyet’in mahiyetini ve güzelliğini anlatan Bediüzzaman Hazretlerine itiraz ederler. Münâzarât adlı eserinde bu konu şöyle izah edilir:

“Sual: Bazı adam, dediğiniz gibi demiyor. Belki, ‘Mehdî gelmek lâzımdır’ der. Zira; dünya şeyhuhet [yaşlılık] itibariyle müşevveşedir; İslâmiyet ağrazın teneffüsü ile mütezelziledir.

Cevap: Eğer Mehdî acele edip gelse, baş göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya ve mümehhed [hazır] oldu. Zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücud-pezir olur. Rahmet-i İlâhî şânındandır ki, şu milletin sefaleti, nihayetpezir olsun [sona ersin].” (Münâzarât, s. 47)

Bu ifadelerden Mehdinin gelmesi için bütün şartların oluştuğu ve gelmesinin tam zamanı olduğu anlaşılıyor. Zaten herhangi bir müceddidin 1910 ve daha sonraki yıllarda meydana gelecek din aleyhindeki dehşetli yıkım ve tahribatları tamir etmesi mümkün değildir. Çok yönlü tahribata karşı elbette ‘çok yönlü vazifeler icra edecek olan bir manevî tamirci’nin vazifelendirilmesi akıl, mantık ve hikmetin gereğidir. Yine Münâzarât eserinde “Zaman âhirzamandır, gittikçe fenalaşacak” diye karamsar bir tablo çizenlere verdiği cevap, onun nasıl bir vazife ile muvazzaf olduğunu ortaya koymaktadır:

“Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım. Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, ve sâireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘Sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” (Münâzarât, s. 87)

İnsanlık tarihinin emsâlini görmediği dehşetli bir din yıkıcılığının hükmettiği bir zamanda ve manevî bir kış mevsiminde dünyaya gelen Bediüzzaman Hazretleri, imana ve İslâma hizmet yolunda zahmet ve meşakkatlerle hayatını geçirdi. Hususan 1923-1960 arası takip, tevkif, sürgün, mahkeme ve zindanlarda çile çekti. “Bir zamanlar Risale-i Nur’un çok şaşaalı dönemleri gelecek inşaallah. Fakat o günleri ben görmeyeceğim” diyen fedakâr ve kahraman Üstad, bu dâvânın hep çile ve zahmetlerine talip oldu, safasını ve saltanatını talebelerine bıraktı.

“Benden sonra benim Ehl-i Beytim öldürülmeye ve sürgünlere maruz kalacaklardır” diye haber veren Kâinatın Efendisi (asm), istikbale ait durumlardan bahsetmiş ve Ehl-i Beyt’i de aynı durumlara giriftar olmuştu. Aynı nesilden gelen Bediüzzaman Hazretlerinin de hayatı bu durumdan kurtulamadı. Kur’ân-ı Kerîm’e tefsir yazıyor, milleti ve bilhassa gençliği dindarlaştırıyor diye sürgünlere ve mahkemelere sevk edildi. Berat ettiği halde, tekrar tekrar mahkemelere düştü. Sürgün edildi ve göz hapsinde tutuldu. ‘Batılı bir toplum’ meydana getirmek emelinde olan o devrin devlet adamlarında dehşetli bir süfyani deccaliyet manası hükmediyordu. “Din öldürülecektir” felsefesini bir misyon olarak icra ediyorlardı. Kanun zoruyla millete yabancıların fötr ve kasketini giydirmişler, Kur’ân yazısını yasaklamışlardı. Az zamanda çok işler gerçekleştirmişler ve üç yüz senede yapılamayacak tahribatı yapmışlardı. Yeni yetişen nesillerin dinden uzak olması için okullardan din dersleri kaldırılmış, köy enstitülerinden mezun olan öğretmenler Anadolu’ya yayılarak yeni nesli dinsiz olarak yetiştirmek için bütün güçlerini kullanmışlardı.

İşte Bediüzzaman böylesine çok yönlü tahribatların devlet eliyle icra edildiği dehşetli bir devrin manevî tamircisiydi. Maddî olarak belki gücü yoktu, fakat fikir ve iman bakımından onlara galebe çalacaktı. Tahrip ne kadar büyükse, tamirci de manevî kimlik bakımından o kadar büyüktü. Baba tarafından Hz. Hasan’a (ra), anne tarafından Hz. Hüseyin’e (ra) dayandığını ifade eden Bediüzzaman’a, Gavs-ı Azam Şeyh Geylânî Hazretleri de ismen işaret ediyor, “Said, benim muhabbetimde sadık olduğu ve ihlâsa çalıştığı için maişet hususunda mesud yaşayacak; sadık ve muhlis yardımcıları, talebeleri olacak” diyordu. Hayatı boyunca koruyucu bir melek gibi Allah’ın izniyle onun yardımcısı olmuştu. Hz. Ali (ra), Ercuze ve Celcelutiye adını verdiği iki kasidesinde bizzat ona hitap etmiş ve “Siracü’n-Nur, Siracü’s-Sürc, Ayetü’l-Kübra, Asa-yı Musa” gibi eserlerinden bahsetmiştir. Daha bir çok eserinden telif numarasını da vererek bahsetmesi, onun büyük bir silsile-i kerâmeti olmuştur. Yaş ve kuru ne varsa içinde var olan Kur’ân-ı Kerîm’in otuz üç âyetinin de işaret ve tahsinine mazhar olan Risale-i Nur, ahirzamanın en dehşetli dinsizlik taarruzları karşısında Çin Seddi gibi bir sed oluşturmuş ve ehl-i iman elinde elmas bir kılıç olmuştur. Böylece Süfyani deccaliyet karşısında Mehdiyet vazifesini ifa eden Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, sonunda fikren ve ilmen galip olmuş, Süfyaniyet ise mağlûp duruma düşmüştür.

Onun manevî kimliği zamanla bu millet tarafından daha iyi anlaşılacak ve lâyık olduğu alâkayı görecektir inşaallah.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*