Bediüzzaman’ın üç hayat devresi

Tarihte iz bırakmış ve büyük hizmetler ortaya koymuş şahsiyetlerin hayatları, daha sonra gelenler tarafından tahliller, yorumlar ve analizler yapılarak değerlendirilir ve insanlığın istifadesine arz edilir. Bediüzzaman Hazretleri ise, kendi hayatını bizzat kendisi tahlil ederek üç devreye ayıran ve bu devrelerin özelliklerini izah eden nadir şahsiyetlerden biridir. Bu üç devre birbirini tamamlayan bir bütündür. Mevcut şartlara uygun olarak takınılan üç devredeki uygulamaların değişmeyen tek hedefi, rıza-yı İlâhî dairesinde doğrudan doğruya iman ve Kur’ân hakikatlerine hizmettir.

Milâdî 1878 yılı başında dünyaya gelen, çeşitli medreselerde tahsil gördükten ve Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinde en son ciddî medrese ilmini aldıktan sonra, Doğu vilâyetlerindeki âlimlerle yaptığı münâzaralarda, her soruya doğru cevaplar vermesinden dolayı hakkıyla Bediüzzaman unvanını alan Üstad Hazretleri, 1907 yılında İstanbul’a gelir. Paşalarla, sadrazamla görüşür. Hatta Padişahla da görüşmeye çalışarak, Doğu vilâyetlerinin mektep medrese cihetindeki ihtiyacını dile getirmeye çalışır. Din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı uluslar arası bir İslâm üniversitesinin Van vilâyetinde ve Bitlis ile Diyarbakır’da şubelerinin kurulması gereğinin üzerinde durur. 31 Mart olaylarında yatıştırıcı rol üstlenmesine rağmen askerî mahkemeye sevk edilir. Oradan berat aldıktan sonra Van’a dönerek talebe okutmaya başlar. 1914 yılında patlak veren 1. Cihan Savaşında beş bin kişilik bir milis alayının kumandanı olarak savaşa iştirak eder. Bu arada savaş öncesi başladığı altmış ciltlik bir Kur’ân tefsirinin ilk cildi olan İşaratü’l-İ’câz kitabını bitirir. Savaşta esir düşerek Rusya’nın Sibirya mevkiine sevk edilir. 1917 Bolşevik İhtilâlinden yararlanarak firar edip, 1918 Haziranında tekrar İstanbul’a vasıl olur. Dârü’l-Hikmet’te aza olarak vazife yaparken İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşı matbuat lisanıyla büyük mücadeleler verir. Anadolu’da başlatılan Kurtuluş Savaşı aleyhinde verilen fetvanın geçersiz olduğunu söyleyerek lehinde fetva verir. Bu cansiperâne hizmetleri takdir eden Ankara Hükümeti tarafından “Böyle kahraman bir hoca bize lâzımdır” denilerek Ankara’ya dâvet edilir ve gelir. Buraya kadar geçen hayatına “Eski Said” diyen Bediüzzaman, mecliste alkışlarla karşılanır ve meclis kürsüsünden İslâm ordusunun muzaffer olması için duâ eder.

Ancak sonraki günlerde hayal kırıklığına uğrayan Bediüzzaman, milletvekillerinin namaz kılmasını hatırlatan bir beyannâme yüzünden Mustafa Kemal’le sert bir tartışma yaşar. “Hoca! Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin, en evvel namaza dair şeyler yazdın, aramıza ihtilâf verdin” sözlerine karşı “Paşa! Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduddur” diyerek sert bir mukabelede bulunur. Ertesi gün reis odasında yapılan görüşmelerin bir fayda vermeyeceğini anlayan Üstad, âhirzamanda geleceği hadislerle haber verilen ve İslâm dininin aleyhinde çalışacak dehşetli şahısların insanlık âleminde zuhur ettiğini bizzat görmüş olur. “Siz o zamana yetişirseniz, ona siyaset yoluyla galebe etmeye çalışmayın. Onu mağlûp edecek ancak iman ve Kur’ân hakikatleridir” mealindeki hadis-i şeriflerden ders alarak, bütün ısrarlara rağmen Anakara’yı terk edip Van’a çekilir. Siyaset yoluyla İslâm’a hizmet tarzını bırakıp, büsbütün âhiret ehli olan “Yeni Said” tarzına geçerek, doğrudan iman derslerini vermeye başlar. Ancak kaderin garip bir cilvesidir ki, Şeyh Said isyanını bahane eden hükümet tarafından Doğunun bütün ileri gelenlerinin Batı Anadolu’ya sürgün edildiği gibi, o vakıayla hiçbir alâkası olmayan Bediüzzaman Hazretleri de sürgün edilir. Erzurum üzerinden Trabzon’a, oradan vapurla İstanbul, İzmir hattından Antalya’ya, oradan da Burdur’a gönderilir. Orada dokuz ay kaldıktan sonra Isparta’ya, oradan da Eğirdir ilçesinin karşı sahilinde olan Barla beldesine sevk edilir. Sekiz yıla yakın kaldığı o topraklarda, Yeni Said’in eserleri olan Risale-i Nur Külliyatının dörtte üçünü telif eder. Bu çalışmalarını hazmedemeyen devlet ricali, onu Eskişehir mahkemesine sevk eder. Beraat alınca da Kastamonu’ya sürer. Sekiz yıl kaldığı Kastamonu’dan Denizli Mahkemesine, oradan da beraat alınca Emirdağ’a sürgün edilir. Ama Bediüzzaman orada da boş durmaz ve telife devam eder. Sonra Afyon Mahkemesine götürülür. Her üç mahkeme ve hapishane zamanlarında talebeleri de onunla birliktedir. İşte bu Afyon hapishane ve mahkeme safahatı, onun Yeni Said’den Üçüncü Said’e dönüşmesinin karar zamanlarıdır. Kendi ifadesiyle “Makam-ı iddiânın asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasip ise, sorunuz; cevap vereyim. Evet, büyük kusurlarımdan bir tek suçum, vatan, millet ve din namına mükellef olduğum bir vazifeyi dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.” (Tarihçe-i Hayat, s. 865) İşte bu kanaattir ki, “Afyon hapsinden sonra Üstad-–kendi tabirince—bir nevî Üçüncü Said olarak görünüyordu.” (Tarihçe-i Hayat, s. 932) diye yazılmasına sebebiyet vermiş. Aynı sayfada bulunan haşiyede yapılan açıklamada “Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şakirtleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten Nur’un her bir cami cüz’ü ve sarsılmayan halis şakirtlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir” ifadeleri bu mânâyı izah eder.

“Üçüncü Said” tâbiri tamamen Bediüzzaman’a aittir ve 1950 ile 23 Mart 1960 tarihleri arasıdır. Üç hayat devresini bir bütünlük içerisinde gördüğümüz ve kabul ettiğimiz Üstadımız, Eski Said döneminde müsbet mânâda siyaseti dine dost ve hizmetkâr yapmak tarzında siyasetle meşgul olmuştur. Yeni Said döneminde tamamen siyaset âlemini terk ederek tek partili diktatörlük döneminde iman hakikatlerine hasr-ı hayat etmiştir. Üçüncü Said olan çok partili demokrasi döneminde ise, ne bütünüyle siyasetin içinde ve ne de dışında olmayarak, Demokrat Parti’yi din lehinde hizmet ettirmek yolunda gitmiştir. Yani, Eski Said ile Yeni Said’in mezcinden meydana gelen üçüncü bir kimlik ve hizmet tarzı. Biz bu üç hayat devresini bir bütün olarak kabul eder ve hiçbir ayırım yapmadan gereği neyse onu icra ederiz. Zira mesleğe olan sadakat bunu gerektirir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*