Belirsizlik içinde mutlak belirlilik

Karmakarışık bir zeminde ve eşyanın genel belirsizliği içinde doğru karar verebilmek çok zor. Bütün bu şartlar içinde ferdin en sağlam dayanağı Rabbi’dir. Bu, varlık âleminin karmakarışık çarkları içinde ferdin gerçek kimliğini fark etmesi ve acziyetini idrak ile Rabbi’ne yönelmenin zeminidir.

Doğrular ve yanlışlar konusunda varlığın genelinde bir belirsizlik hep olacaktır. Bu anlamda edebi ile yorum yapan hiç kimse, varlıkla ilgili kesin yorumlarda bulunmamalı ve bu belirsizliğin farkındalığını hep dile getirmelidir.

Varlıkla ilgili olarak doğru olduğuna inanılanlar söz konusu olabilir. Net kesinlik ancak vahye dayalı bilgi ve verilerde olabilir. Kesinlik için bütünü görebilmek gereklidir. Oysa insan sınırlılığı içinde bütün, hiçbir zaman kuşatılamayacaktır.

Bir toplumun çok yanlış ve çirkin gördüğü haller başka bir toplumda kabul gören, el üstünde tutulan durumlar olabilir. Yine ferdin o anki ruh halinin algıladığı her hangi bir nesne ya da olayı, güzel veya çirkin tanımlama açısından çok önemi olmalıdır. Aynı iki olay, farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkanı, maddi alemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemi tanımlanmakta, insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte, bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Halık-ı Âlem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin, insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk, onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.

Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, âlemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Halık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar. Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlara, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar, genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Halık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh olan, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi, maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak, O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey, nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse, aynı şey, zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey, genel bir değerlendirmenin yanında, anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak, herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey, O’nun güzel demesi ile güzelleşir. Aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın asli değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefsü’l-emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Bu temel düstur, eğer siyasette ve toplum idaresinde de nazara alınmazsa ve esbaba riayet adı altında, sebepler ön plana çıkarılıp onlara çok büyük önem atfedilirse, büyük hatalar yapılması ihtimali ve Âlemlerin Rabbi yerine küçük firavuncukların memnun edilmesi gibi dehşet verici bir hataya düşme ihtimali vardır. Din adına hizmet ya da devlet idaresi için ortaya çıkan herkesi, bu müthiş varta her an beklemektedir. Bu hal kaygan zeminde kendisini ve etrafındakileri istikamet üzere götürmek gibi zor ve çetrefilli bir iştir. Allah manevî liderlerin ve dinî hayatın önemli bir parçası sayan devlet adamlarının ve idarecilerin yardımcısı olsun. Çünkü karmakarışık bir zeminde ve eşyanın genel belirsizliği içinde doğru karar verebilmek çok zor. Bütün bu şartlar içinde ferdin en sağlam dayanağı Rabbi’dir. Bu, varlık âleminin karmakarışık çarkları içinde ferdin gerçek kimliğini fark etmesi ve acziyetini idrak ile Rabbi’ne yönelmenin zeminidir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*