“Ben” dili değil, “Biz” dili

Psikolojide ‘ben dili’nin ‘sen dili’ne üstünlüğü vurgulanmaktadır. Ama benim konum o değil. Aslına bakarsanız benim asıl konum o da, şimdi konu o değil.

Konu; ihlâs Risalesi’nde vurgulanan ‘biz dili’nin ‘ben dili’ne olan üstünlüğü. “Ben demeyiniz, biz deyiniz” diyor Üstad Hazretleri. Çünkü ben kelimesi tehlikelidir, enaniyet doğurabilir, ihlâsı zedeleyebilir. ”Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enaniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar” derken bir konuya dikkatleri çekiyor aslında Üstad. Sizi “enaniyetle” vurmasınlar demek yerine, “enaniyette” vurmasınlar diyor. Buradaki incelik; enenin istimali ânında vurulmak o luyor. Bu duyguyu fark ettiğimiz an yaptığımız şeye dur demeli, nefsin hoşuna gitmeyen şık seçilmeli.

Meselâ; derse yeni birisi geldi, imanî hakikatlere aç ve dedi ki; “Bu çiçekler kendi kendine oluyor, baksana genlerinde var filizlenmek, pembe renk olmak..” Hemen aklına 23. Lem’a geldi değil mi?

Oradaki örneklerle anlatırım şimdi ben buna, zaten çok ikna edici hakikatler, dedin. Yok öyle değil o iş, ihlâs hakikati bunu kabul etmiyor. Bu isteğin çok masum, zararsız hatta menfaatlidir, ama diyor, nefsine bir hodgâmlık gelmemek için bu açıklamayı istemeyen bir arkadaş ile yaptırman hoşuna gitsin. Ben sevap kazanayım, bu iman hakikatini ben söyleyeyim arzusu kötü değil, ama aramızdaki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir. Aynı açıklamayı yanındaki kardeşin de yapabilecekse, bırak o yapsın diyor.

ŞAHSÎ MEZİYETİNDEN FERAGAT ETMEK

Bir diğer mesele; eneyi kullanmakta haklı bile olsa bu hizmette şahsî hakkından feragat etmek gerek. Eneyi ortaya çıkaran durumlar; zenginlik, fazilet, bazen hoşgörü bazen tevazu bile olabiliyor. Hizmette zengin de var, faziletli de, statüsü yüksek olan da var, hoşgörü ve tevazu sahibi de var. Kişilerin bu yönlerini ortaya çıkarması haklı da olsa -çünkü kendine verilmiş bir vasıf- niyeti hakka hizmet olunca şahsî hak arka planda kalmalı. Kişinin zenginligini, tevazuluğunu, statüsünü, faziletini kullanması, ene yönünden hakkıdır, fakat hakka hizmet yönünden ötekilere benzeyeceğimizden olmuyor. Sonra işin içine zan girip, nefisperest zannedilir ehl-i dalâlet tarafından, “hakka bir haksızlık olur” diyor Üstadımız.

Meselâ aklıma direkt Hasan Feyzi Ağabey geliyor. Melami tarikatı şeyhlerinden olan Hasan Feyzi Yüreğil, Risale-i Nurlar’ı tanıdıktan sonra müridlerine “Bu tarîkat meselesi benim için burada bitmiştir! Zamanın müceddidi buraya geldi, şimdi vazife onundur. Ben şeyhimin vasiyetine uyarak ona tabî oluyorum, tarîkatta kalmak isteyen kendine şeyh bulsun. Benim arkamdan gelmek isteyenler gelsin, Bediüzzaman’a talebe olsunlar!” der. Yıllardır tarîkat dersi alan müridler, bütün tarîkatlerin maksûdu olan hakikat dersini Risale-i Nur’dan alırlar, Nur’ların nâşiri ve talebesi olurlar. Hasan Feyzi Ağabey de hiçbir zaman şeyhliğini, faziletini ön plana çıkarmamış, tam bir hizmetkâr olmuştur. İşte faziletini hizmet için terk eden bir örnek. Ben yerine biz diyen bir örnek..

Yine başka bir örnek Zübeyir Gündüzalp. Üstad vefat ettiğinde ‘ben’ diye ortaya çıkabilecekken, ‘biz’ demiş, meşveret demiş, şahs-ı manevî demiş. Hatta bir hatırada şöyle anlatılır Zübeyir Ağabey: “Hiçbir zaman kendi yaptığı bir hadiseyi anlatırken ‘Ben yaptım‘ demezdi. Hani ‘Ben demeyin biz deyin’ var ya, bunu kendine şiar edinmişti. Kendi yaptığından bahsederken bile ‘Bir kardeşimiz ‘ derdi. Çünkü o zaman nazarlar şahsa çekiliyor, bundan da sıkıntı doğuyor. İnsan güzel bir şey yapınca hem kendisinin, hem de dinleyenlerin hoşuna gidiyor. Öteki yapamayan da sanal hadiseler ihdas ederek başka yerde ‘Ben şöyle şöyle yaptım’ demeye başlıyor. Nazar, Risale-i Nur’dan şahıslara çevriliyor…” Onun için tek değer ölçüsü Risale-i Nur idi. Kişi, Risale-i Nur ölçülerini üzerinde ne kadar bulunduruyorsa onun kıymeti o kadar idi. Yoksa Zübeyir Ağabey, şahsına yapılan iltifatlara hiç kıymet vermezdi. Ya da maddî yardım onun için bir değer ölçüsü değildi. O, sadece sadâkat bekliyordu. Kişinin, kendisine hürmet göstermesi lüzum değil, Üstad’a sadık olsun, yeter.

ENE’Yİ DELMEK

Tuluat’ta Üstada’ bir soru soruluyor, cevap mükemmel;

“Sual: Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye neden hizmet edemedi?”

Cevap: Dârü’l-Hikmet’te şahsî meziyetleri vardır, cemaat ruhu oluşmadı. “Ene”leri kuvvetlidir, delinmedi ki bir “nahnü” olsun. “Ben”, “biz” olmadı. Mesaîlerinde teşârük (ortaklık) düsturuyla işe girişildi, te’avün (yardımlaşma) düsturu ihmal edildi.“

Demek ben’i biz yapamamak, böyle bir kurumu bile işlevsiz hâle getirebiliyor. O zaman bizim bütün kuvvetimiz ve gücümüz gerçekten hakta ve ihlâsta. Bu yüzden biz diline ihtiyacımız var. Nûrun kahramanları gibi eneyi delip, nahnüye ulaşmaya ihtiyacımız var. Şahsî iltifatlara kıymet vermeyip, hizmetî düsturlara uyanlara kıymet vermeye ihtiyacımız var…

Allah’ım, İhlâs Sûresi’nin hakkı için bizi kendi iradesiyle ihlâslı olan ve Senin ihlâslı kıldığın kullarından eyle. Âmin..

Şeyda Sultan Zengin

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*