“Ben”den öte “biz”den ziyade…

alt

“Başarılı roman, anlatıcının kendisini unutturduğu ve okuyucunun olaylar içinde sürüklendiği romandır” düşüncesiyle yoğrulduk.

Araya anlatıcının girip izahlar getirmesini, roman tekniği açısından bir kusur olarak addettik. Oysa son dönem romanlara bakınca, “Acaba konu ne olursa olsun değişmez bir tekniğe sadakat mi romanı başarılı kılar? Yoksa her konunun kendine has bir teknikle dile getirilmesi mi daha uygun olur?” gibisinden sorular zihnimize takılmıyor değil. Özellikle de son zamanlarda yayınlanan romanlarda baskın olarak kullanılan “ben” dilinin, moda tabirle, “piyasada revaç bulması” gibi bir sonuç, acaba anlatıcının daha çok ön plana çıktığı bir roman tekniğinin kabul gördüğüne mi işarettir?

Bu soruların cevabını elbette ki alanında uzman edebiyatçılar verecektir. Yalnız sosyal ve psikolojik yapının “Ben” dilini ön plana çıkarması gibi bir olgu karşımızda duruyor. Bu da bize sosyal ve psikolojik yapımızın, “ben”liğini bulma telâşıyla “ben” diliyle yazılmış eserlere rağbet ettiğini gösteriyor.

Elbette bu tavır normal ve yerinde. Çünkü insan, ancak başkasının dünyası içinde kendi dünyasının farkına varır ve bütün olumlu ve olumsuz taraflarıyla yaşantılarının ayırdına ulaşabilir. Nitekim uzun zamandan beri ve dahi son zamanlarda, günün büyük bir bölümünde önemli veya önemsiz başka işlerle meşgul olmaktan dolayı, çoğu kişi kendine vakit ayıramıyor. Birey olduğunu unutup kendisini dinleme gibi bir çabaya girmeyince de Tanpınar’ın dediği, “O kadar az kendimiz oluyoruz ki…” hakikatini yaşamaya mecbur oluyor.

İşte söz konusu romanlar, bu çıkmaz içinde bocalayan insanı dünyasına alıyor, anlatıcıyla beraber hayatı belli pencerelerden gösteriyor.

Bu anlayış veyahut anlatım tarzı, Risâle-i Nur’un neden başarılı olduğunu ve uzun zaman geçse de kendisini neden okutturabildiğiyle ilgili düşünceleri açıklığa kavuşturuyor. Zira Bediüzzaman Risâle-i Nur’un birçok yerinde “Ey nefis” hitaplarıyla, bazı yerlerdeyse “muhatabım nefsimdir” gibi ifadelerle okuyucuyu kendine arkadaş edip macerasına ortak ederek hayatın, imanın ve insanlığın sırlarını zihnine nakşedip kalbine tasdik ettiriyor.

Bu bağlamda, Bediüzzaman’ın, “‘Ey insan!’ dediğim vakit, nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münâsebettar ve nefsi nefsimden daha hüşyâr zâtlara, belki medâr-ı istifade olur” gibi ifadeleri, “ben” dilini kullanma amacının ruhen kendisiyle alâkalı dertlerle dertlenen kişilere yol göstermek olduğu âşikârdır. Nitekim, “Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi dâvet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’âniyeyi (Kur’ânî devaları) arayıp buluyorlar” türünden ifadeler, kendisi gibi yaralı olanları kendisiyle hâldaş etmenin yegâne yolunun “ben” dilini kullanmaktan geçtiğini ifade eder. Çünkü nihayetinde anlatıcı, kendisine ortak olan okuyucuyu hayali bir seyahatte gezdirdikten sonra, “Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!” gibi ifadelerle hayatın gerçekliğiyle yüzleştirir. Böylece hakikati algılamasına bir pencere açılır.

Aslında kadim medeniyetimizin temelinde var olan bir yöntem de budur. Başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere, devamında gelen ve kendisinden ilham alan nice rehber insanların eserlerinde “ben” dilinin kıvılcımlarından oluşan aydınlığı görebiliriz. Bariz olduğu için, Yunus Emre’ye bakmak yeterli. “Ben” dilinin billurlaşıp kendini idrak ettiği, “Beni bende demen bende değilim/Bir ben vardır bende benden içeri…/Nereye bakar isem dopdolusun/Seni nere koyam benden içeri” gibi ifadeler “Ben”likten “Biz”liğe geçişin şifrelerini sunar bize.

Belki de romanlarımız toplu ihtiyaçtan doğan kadim yönteme, bilerek veya bilmeyerek geçiş yapıyor… Evet yıllar, asırlar geçse de… Ve dahi değişmez mânâların elbiseleri değişse de mesele tek… “Benden öte, bizden ziyade” diyebilmek…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*