‘Beşerin yüzde sekseni ehl-i tahkik değil’

Sıradan vatandaşlar bile bilir ki, kanun yapma yetkisi avukatların, anayasa profesörlerinin, baroların, hukuk fakültelerinin, Danıştayın, Sayıştayın, Anayasa Mahkemesinin, adlî mercilerin değil, Millet Meclisi’nindir. Bahsi geçen kurumların işi ise, anayasa maddelerini ve kanunları yorumlamak, öğrenmek, öğretmek, anlamak, anlatmak, uygulamak, denetlemek, mihenge vurmaktırtır.

Kezâ, muayene, tedavi etme ve reçete yazma yetkisi doktorundur. Hatta, her hastalığa her doktor bakmaz; branşlaşmaya gidilmiştir. Sağlığımız söz konusu olduğunda, dünya çapında ilim adamları da olsa onlara değil, derecesi düşük de olsa uzman olan doktora müracaat ederiz. Ona güvenir, yazdığı reçeteyi uygularız.
Doktor, tıbbın verilerine göre muayene eder, reçete yazar. Kalabalıkların düşüncelerine göre değil.
Bir vaiz, Kur’ân hakikatlerini anlatır. Kalabalıklar dinlemiyor diye, bundan vazgeçip, o da onlara uymaz.
Dört işlemi iyi bilmeyen, matematik problemlerini çözemez. Dört işlemi çok iyi bilenler de cebir denklemleri, trigonometri veya modern matematikten anlamayabilir…
Her işi yaptırmak için ustasına, her meseleyi otoritesine, her cihazı tamir-bakım için servisine götürürüz.
Bütün bu örnekleri niye verdik?
İşte, ehl-i ilim ve ehl-i insaf da bilir ki, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’nin zamana ait hizmet metodunu, ferdî, içtimâî ve siyasî hayata getirdiği ölçüleri belirleme yetkisi müceddidlerindir.
Geçmiş müceddidlerin dönemlerinde de âlimler vardı. Ama, “fetva vazifesi, İslâmın ferdî, içtimâî ve siyasî hayata bakan stratejisini belirleme yetkisi” onların değil, müceddidlerindi.
Zamanımızın iman hizmeti stratejisini, duruşunu ortaya koyabilecek zât da, üst seviyede ilim sahibi, Kur’ân’ın ifadesiyle “ilimde râsih”, yani derinlik sahibi olmalı.
Şu halde zamanımızdaki iman, ibadet, ahlâk konularında olduğu gibi, Kur’ân ve Hadis-i Şerif’in (Sünnet-i Seniyye’nin) içtimâî ve siyasî hayata bakan ölçülerini de, elbette müceddid-müçtehid belirleyecektir. Çünkü, sahanın uzmanı o, fetva vazifesi de onundur.
Müceddidî çizgide değişim, başkalaşım, sapma olmaz. Dolayısıyla bu çizgiyi takip eden, değişime uğrayıp kulvardan kulvara zıplamaz, ‘bukalemunlaşmaz’.
İçtimâî-siyasî olaylara konjonktürel yaklaşmaz.
Prensiplere dayalı bir rota takip eder.
“Güçlüden değil, haktan yana olur!”
İçtimâî ve siyasî meselelerde de şu psiko-sosyal ölçüyü nazara alır:
“Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakîkate nüfûz etsin ve hakîkati hakîkat tanıyıp kabul etsin. Belki, sûrete, hüsn-ü zanna binâen, makbul ve mûtemet insanlardan işittikleri mesâili taklîden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakîkati zaif bir adamın elinde zaif görür ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder.” 1
Bu ölçüye göre, hakkı, doğruyu ölçü almalıdır; ‘siyasî gevezelikler’le aklını, kalbini dağıtmış, kafası karışmış kalabalıkları değil!

Dipnot:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, YAN, 2005, s. 629.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*