Bir asır sonra gelecek o zât

alt

Risâle-i Nûr’da ifâde edilen “bir asır sonra gelecek o zât …” cümlesi elbette ki ehemmiyetli bir hakîkati ifâde ediyor. Bedîüzzamân Hazretleri bir asır sonra gelecek zât ifâdesi ile önemli bir hâdisenin vukû’unu bildirmektedir. Ancak sırr-ı imtihân ve hikmet-i ibhâm gereği de mes’ele net değil ve perdelenmiştir. Çünkü din bir imtihândır, akla kapı açar, irâdeyi elden almaz. Bu önemli bir kâidedir. Özellikle vukû’ât-ı âhirzamâna ait hâdiseler perdeli ve mübhemdir. Bu sebepledir ki “bir asır sonra gelecek o zât” ifâdesi üzerinde de tam bir ittifak olamamış, farklı yorumlar ve mülâhazalar olmuştur.

“Farazâ hakîkî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamanda gelse…”1 diyen Bedîüzzamân Hazretleri bir asır sonra gelecek o zât için Birinci Şuâ, Yirmi Sekizinci Âyette şöyle diyor: “Sûre-i Tevbe’de “Allah’ın nûrunu üflemekle söndürmek isterler. Allah nûrunu tamâmlamaktan başka birşeye râzı olmaz—kâfirler istemese de..”2 âyetindeki “Allah’ın nûrunu üflemekle söndürmek isterler. Allah ise nûrunu tamâmlamaktan başka birşeye râzı olmaz…”3 cümlesinin tefsîrini yaparak son paragrafta şöyle bir açıklama yapıyor:

Eğer şeddeli “mim” dahi şeddeli lâm’lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarîhte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nûrunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrîk edip Rus’un “doksan üç (93)” muhârebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâmın parlak nûruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili’n-Nûr şakirtleri yerinde Mevlânâ Halid’in (ks) şakirtleri o bulut zulümâtını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lâm’lar ve “mim” ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirtleri olabilir.”4 Demek ki bir asır önce Resâili’n-Nûr şakirtleri yerinde Mevlânâ Halid’in (ks) şakirtleri o bulut zulümâtını dağıtmışlar. Öyleyse bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirtleri olacakmış. Elbette ki Hazret-i Mehdî daha önce gelmiş olmalı ki şakirtleri ondan sonra oluşsun ve bir asır sonraki o bulut zulümâtını dağıtsın. Çünkü Hz. Mehdî gelmeden şakirtleri gelmez ve teşekkül etmez.

Bedîüzzamân Hazretleri’nin “bir asır sonra gelecek o zât”, “Şark tarafından bir nûr zuhûr edecek, bid’alar zulümâtını dağıtacak. Ben böyle bir nûrun zuhûruna çok intizâr ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nûranî zâtlara zemin ihzâr ediyoruz.”5 gibi ifâdeleri Risâle-i Nûr Külliyatının müteferrik yerlerinde beyan buyrulur. Bu cümlelere parça parça ve cüz olarak bakılırsa aldanılır ve yanlışlara düşülebilir. Çünkü sırr-ı imtihân ve hikmet-i ibhâm perdeli olmayı zarûrî kılar. Hâlbuki Risâle-i Nûr Külliyatı detaylıca ve derinlemesine tedkîk edildiğinde bu hikmet-i mübhem perdesinin aralandığı görülecektir. Barla Lâhikası’nda Bedîüzzamân Hazretleri’nin Küçük Ali isminde bir talebesinin mektubundaki haşiyenin bu mes’eleyi hallettiği görülecektir. Şöyle ki: “Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zât, Risâle-i Nûr imiş. Hatta Üstâd’ın kendisi de bir zaman böyle bir zâtın geleceğine muntazır imiş.”6

Demek ki Bedîüzzamân Hazretleri’nin “bir asır sonra gelecek o zât” ifâdelerinin hikmeti, Risâle-i Nûr imiş. Hem Şuâlar, Yedinci Şuâ’da “o adam, adam değil, Risâle-i Nûr’dur” şeklinde Bedîüzzamân Hazretleri’nin ifâdesi de çok ma’nîdârdır. Şöyle ki: “Sonra, o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken, Müceddid-i Elf-i Sâni İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Farûkî’nin medresesine rast geldi, girdi, onu dinledi. O imâm, ders verirken; hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: ‘Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemâsından birisi gelecek, bütün hakâik-i îmâniye ve İslâmiyeyi delâil-i aklîye ile kemâl-i vuzûhla ispat edecek.’ Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki (HAŞİYE) o adamım.”7

İşte bu cümleye Bedîüzzamân Hazretleri bir haşiye koyarak çok mühim ve hikmet-i ibhâm perdesini aralayacak hakîkati ders vermektedir. İşte o Haşiye: “Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risâle-i Nûr’dur. Belki ehl-i keşif Risâle-i Nûru ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri sûretinde keşiflerinde müşâhede etmişler, “bir adam” demişler.”8

O bahsedilen adam ve şahıs elbette ki maddî bir şahıs değildir. Risâle-i Nûr Talebelerinin tesânüdünden hâsıl olan ve onların şahs-ı mânevîsini temsîl eden Nûrânî ve mânevî bir şahıstır. Onun için sonra gelecek ibarelerini müşahhas bir şahsa tatbîk etmek Risâle-i Nûr hakîkatlerine uygun düşmez. Çünkü Bedîüzzamân Hazretleri “bütün vazîfelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım.”9 demektedir. Hem de “Üstâdımız olan şakirtlerin şahs-ı mânevîsi nâmına istiyorum.”10 veya “Vazîfem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazîfeniz devam ediyor.”11 ifâdeleri ile sonra gelecek olan ve bir zamanlar muntazır olup, sonra gelecek dediği O Zât’ın Risâle-i Nûr ve şakirtlerinin şahs-ı mânevî olduğunu açık ve net olarak ifâde ediyor. Kastamonu Lâhikası’nda da “Terfi-i makâm ve rütbe için bizlere bir fermân-ı şâhâne mânevî bir cânipten geliyor, kemâl-i hürmetle ellerinden tutup bize getiriyordular. Biz baktık ki, o fermân-ı âli Kur’ân-ı Azîmüşşân olarak çıktı. O halde bu mânâ kalbe geldi: Demek Kur’ân yüzünden Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsi ve biz şakirtleri, bir terfi ve terakki fermânını âlem-i gayptan alacağız.”12 denilmektedir. Burada da Üstâd Hazretleri Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsi içerisinde biz şakirtleri diyerek, bir terfi ve terakki fermânının âlem-i gayptan alacak olanın “Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsi ve biz şakirtleri” olduğunu açıkça gösteriyor.

Ayrıca Emirdağ Lâhikası’nda “Kendimizi değil, Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsini ehl-i îmâna gösteriyoruz.”13 demesi ve On Beşinci Şuâ’da üçüncü medrese-i Yusufiyenin el-Hüccetü’z-Zehrâ ve Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirtlerinin bir takriznâmesinde kendisi için “Envâr-ı Muhammediyeyi (asm) ve maarif-i Ahmediyeyi (asm) ve füyuzât-ı şem’-i İlâhîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’ânî ve hadîsi olan işarât-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (asm) ifade eden âyât-ı celîlenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i îmâniye noktasında Risâletin bir mir’ât-ı mücellâsı ve şecere-i Risâletin bir son meyve-i münevveri ve lisân-ı Risâletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikatı ve şem-i İlâhînin hizmet-i îmâniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur” diye yazılan mektuba “Benim hissemi haddimden yüz derece ziyâde vermeleriyle berâber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risâle-i Nûr şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi namına kabul ettim.”14 diyen Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri elbette ki bir hakîkati ifâdeyle, kendisinin de sonra gelecek olan o şahs-ı mânevînin bir şakirdi olarak telâkki ediyor. Yanlış basmamak ve hakkın hatırını da yüksek ve yüce tutmak için bütün külliyatta devamlı kendi şahsını azlediyor ve sonra gelecek olan Risâle-i Nûrun şahs-ı mânevîsini ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerin şahs-ı mânevîsini nazarlara sunuyor ve o şahs-ı mânevînin “Ferîd” makâmına mazhâr olduğunu ve o şahs-ı mânevînin de hiçbir makâmın tasarrufu altına girmeye mecbûr olmadığını beyan ediyor.

Emirdağ Lâhikası mektuplarından birisinde de üç vazîfenin şahs-ı mânevî tarafından yapacağını net olarak söylemektedir. “Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resûlün temsîl ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazîfesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazîfeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazîfesi olacak.”15 Buraya göre sıralama gayet net ve açıktır. Şöyle ki; 1. Mehdî-i Al-i Resûl var. 2. Mehdî-i Âl-i Resûlün temsîl ettiği kudsî cemaat var. 3. Mehdî-i Âl-i Resûlün temsîl ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsi var. 4. Mehdî-i Âl-i Resûlün temsîl ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazîfesi var. “Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (asm) cemaat-i nurâniyesini temsîl eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtimâ’ edebilir.”16 tesbiti de büyük bir hakîkati ifâde ediyor.

Çünkü mânevî fütûhât yapmak ve zulümâtı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi ve Risâle-i Nûr’un şimdiye kadar fütûhâtı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler bîçarelerin îmânlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukâbil yüzer ve binler hakîkî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbârını aynen tasdîk etmiş ve vukû’atla ispat etmiş ve ediyor, inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhirzamânda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir.”17 Demek ki hayatın geniş dâiresinde de vazîfe yapacak olan ve sonra gelecek olan zât, Mehdîden sonra şakirtleri ve o şakirtlerin şahs-ı mânevîsidir.

Öyleyse Bedîüzzamân Hazretleri’nin yukarıya aldığımız ifâdeleri ile anlıyoruz ki beklenen Zât, Risâle-i Nûr ve Risâle-i Nûr şakirtlerinin tesânüdünden meydana gelen şahs-ı mânevîdir ki Üstâd’da “bütün vazîfelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım” diyerek bunu ifâde etmektedir. Hatta On Beşinci Lem’a olan Fihrist Risâlesi’ndeki “Risâle-i Nurun ehemmiyetli ve kahraman şakirdi kardeşimizin takrizidir” denilen Takrîzde; “Tevafukat-ı lâtife Risâle-i Nurun silsile-i kerametinden olduğu cihetle beşinci Şuâ’nın on dokuzuncu meselesinde o âli beytten olan Seyyid Zat-ı muntazırın cümle-i vezaifinden olan 1- Siyaset âleminde 2- Diyanet âleminde 3- Saltanat âleminde 4- Cihad âleminde olmak üzere icra ettiği vazife daireleri, Risâle-i Nur’un Tarihçe-i Hayatı’yla tam müşahebeti ve iltibassız tevafukatı, çok ehemmiyetlidir. Demek Nur Risâleleri o gelecek zatın bir müjdecisi, bir talebesidir, çabuk gelen bir neferidir. Biz de o hayat-ı mübarekin dört ayrı safahatında aynen bu daireleri müşahede ediyoruz.”18 denilmektedir.

Aynı Takrîzde;

1- Siyaset âlemindeki safhayı mukaddime-i meşrûtiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umûmînin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.

2- Diyanet âlemindeki tevafuk ise, İtilaf devletlerinin İstanbul’u işgali hengâmında ve en magrur devrelerinde o şakirdin (Hutuvat-ı sitte) eseriyle o mağrur galiplerin hayâsız yüzlerine -tehlike yüzde yüz olduğu halde tükürüp manen tokatlaması üzerine, o zamanki Ankara hükümeti Risâle-i Nurun o şakirdini Ankara’ya dâvet etmişti. Orada dehşetli bir şahısta Beşinci Şuâ da beyan edilen işaretleri görerek bütün bütün siyaseti ve dünyayı terk ederek Van da bir mağarada hayat-ı mübareklerini ibadete hasr ettikleri devreye aynen intibak ve tevafuk etmektedir.

3- Saltanat âlemindeki vazifeye gelince; meşhur Şeyh Said hadisesinden sonra garba menfaya gönderilerek rahmet-i İlâhî ile Risâle-i Nurun telifine zemin hazırlayıp Risâle-i Nur kemal-i haşmetle envarını ruy-u zemine yaymaya başladığı zamandır ki, Hakaik-i imaniyenin ve Kur’ân’ın görülmemiş bir surette taarruza uğradığı bir devrede Risâle-i Nur, hayrette kalmış, yollarını şaşırmış, imanları tezellüle uğramış Müslümanlar için bir ab-ı hayat misaliyle Hızır gibi onların imdadlarına yetişmiş, onları hayretten kurtarmış, dehşetten sürura çıkarmış ve Risâle-i Nur yüz binler ve milyonlar gönülde ‘’Üstadım! Üstadım!’’ denilerek milyonlar kalplerde kurulan manevî tahta oturmuş ve böylece Risâle-i Nur kalplerin bir sultanı olmuştur. İşte bu safhada da üçüncü vazifeye aynen tevafuk ederek o hakikati imzalamaktadır.”19 Cümleleri bizlere bu konuda daha fazla ışık tutan cümleler olarak Risâle-i Nûr Külliyatının ‘On Beşinci Lem’a, Fihrist Risâlesi Takrîz’inde yerini almış görünüyor.

İşte Risâle-i Nûr Külliyatının müteferrik yerlerinde çokça bahsedilen “sonra gelecek o zât” veya “o zât” gibi ifâdeler sırr-ı imtihân ve hikmet-i ibhâmı gerektiren sırlardır diye inanıyoruz. Risâle-i Nûr Külliyatının müteferrik yerlerinden parçalar birleştirilebilirse resmin tamâmının görüleceği hakîkatini de beyan etmek isteriz.

Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 114.
2- Tevbe Sûresi, 9:32.
3- Tevbe Sûresi, 9:32.
4- Şuâlar, 2005, s: 1103.
5- Mektubat, 2005, s: 628.
6- Barla Lâhikası, 2006, s: 239.
7- Şuâlar, 2005, s: 264.
8- Şuâlar, 2005, s: 265.
9- Şuâlar, 2005, s: 777.
10- Şuâlar, 2005, s: 787.
11- Barla Lâhikası, 2006, s: 588.
12- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 150.
13- Emirdağ Lâhikası- I, 2006, s: 99.
14- Şuâlar, 2005, s: 1036.
15- Emirdağ Lâhikası -I, 2006, s: 455, 56.
16- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 268.
17- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 141.
18- On Beşinci Lem’a, Fihrist Risalesi Takrîz (Osmanlıca Envar Neşriyat).
19- On Beşinci Lem’a, Fihrist Risalesi Takrîz (Osmanlıca Envar Neşriyat)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*